İslami ilimlerin hemen her alanındaki çalışmaları ile tanınan meşhur âlim İbnü’l Cevzî (ö.1201), Telbis’u İblis (Şeytanın Hileleri/Ayartması) isimli çalışmasında Peygamberimizin döneminde zahid, âbid ve sofi adlı kişi ve gruplarının olmadığına şu sözleri ile dikkat çekmiştir: “Peygamber zamanında kişi iman ve İslam’a nisbet edilir, ona “Mü’min” ve “Müslüman” denirdi. Sonra “Zâhid” ve “Abid” isimleri çıktı, zühde ve ibadete takılıp kalan insanlar türedi. Bunlar dünyadan el etek çekip kendilerini ibadete verdiler ve bunu kendilerine özel bir yol, meşrep ve tarz edindiler.”
İbnü’l Cevzî’nin özellikle Peygamberimiz zamanında kişinin iman ve İslam’a nisbet edilmesi ve “Mü’min” ve “Müslüman” olarak anıldığına vurgu yapması önemlidir. Zira şu ayet de bu gerçeği özetler mahiyettedir: Babanız İbrahim’in dinini esas alın. Allah sizi, önceden de şu Kitap’ta da “Müslümanlar/Allah’a teslim olanlar” diye adlandırdı ki, Elçi sizin üzerinize bir tanık olsun, siz de insanlar üzerine tanıklar olasınız.
İbnü’l Cevzî, İblis’in sofileri nasıl aldattığının üzerinde durduğu kısımda sözlerine şu şekilde devam eder: “İblis bunları birtakım şeylerle aldattı! Sonra onların takipçilerini aldattı. Geçen her asırda İblisin onları aldatma ümidi daha da çoğaldı. Aldatışı öyle arttı ki sonunda onların son taifesi üzerinde tamamen hâkim oldu! İblisin aldatışının temelinde onları ilimden uzaklaştırması ve onlara önemli olanın amel olduğunu söylemesi yatmaktadır. Onlar ilim nuru sönünce karanlıklarda bocalamaya başlamışlardır. Bazılarını, yapılması gerekenin dünyayı tamamıyla terk etmek olduğuna inandırmıştır. Onlar da bedenlerinin yararına olan şeyleri reddetmişler, malı uyuşturucu olarak görmüş, dünyanın insanların yararına yaratıldığını unutmuşlardır. Bunlar kendilerine eziyette aşırı gitmişlerdir. Öyle ki onlardan kimi hiç yatmaz. Bunların niyeti iyidir ancak dosdoğru yol üzere değildirler. Bunlardan kimi bilgisinin azlığından farkında olmaksızın, öğrendiği birtakım uydurma hadislerle amel eder. Sonra başkaları geldi, bunlar açlık, fakirlik vesveseler ve akla ansızın gelen düşünceler hakkında konuşup yazdılar. Sonra başkaları geldi, bunlar tasavvuf ekolünü gözden geçirip özelleştirdiler onu yıpranmış giysi, sema, vecd, raks ve el çırpma gibi kendine hoş özelliklerle başkalarından ayırıp bir uzmanlık dalı haline getirdiler. Bunlar fazlaca temizlik ve paklıkla temayüz ettiler. Sonra durum ilerledikçe ilerledi. Şeyhler onlara birtakım kurallar koydular, fetvalar verdiler. İlimden o kadar uzaklaştılar ki kendi ilimlerini en değerli ilim kabul ettiler, ardından onu “Batınî İlim” diye isimlendirip şer’î ilimleri zahirî ilim kategorisine koydular. Kimilerini aşırı açlık, bozuk hayallere götürdü ve bunlar, güzel görünümlü bir şahsı görüp âşık olmuşçasına Allah aşkı ve kara sevda iddialarında bulundular. O kimseler de küfür ile bid’at arasında bir yerde durmaktadırlar. Sonra yolları çoğaldı türlü türlü fikirleri türedi. Kimileri hulul (Allah’ın insana girip insan şeklinde göründüğü fikri) kimileri Tanrıyla birleşme iddialarında bulundu. İblis onları türlü türlü bid’atler içinde perişan etti. Sonunda kurallarını sistematik biçimde kaleme aldılar… Kuran’ın tefsirinde mutasavvıflardan garip şeyler naklettiler. Bunları hiçbir ilmî esasa dayandırmadılar. Bunlar Kuran’ı kendi görüşlerine göre yoruma tabi tuttular.”
İbnü’l Cevzî, getirmiş olduğu eleştirilerinde kişileri değil ortaya konulan iddia ve din adına üretilen inanç ve kabulleri eleştirdiğini, bu eleştirisinin de dini, ona sokulan yanlış ve temelsiz bilgiler ile yabancı kültürlerden girmiş fikirlerden arındırmak için olduğunu, kimsenin eleştirilmez olmadığını ve herkesin doğrusunun dinin aslına uygunluk üzerinden belirlenmesinin önemini şu sözleri ile ifade etmiştir: “Biz burada, onlardan bize kadar ulaşan rivayetlerdeki yanlışlıkların bir kısmını zikredeceğiz. Allah biliyor ki hatalının hatasını söylüyorsak; Şeriatı yanlışlıklardan ve ona sokulmuş yabancı fikirlerden arındırmak maksadıyla söylüyoruz. Bizim için söyleyen ve yapanın kim olduğu önemli değil. Biz sadece ilim emanetini yerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Âlimler birbirlerinin yanlışlıklarını açıklaya gelmişler ve bunu yanlış yapanın kusurunu açığa çıkarmak için değil, hakkı beyan etmek maksadıyla yapmışlardır. Dolayısıyla “Kendisiyle teberrük edilen filan, yüce zahid zatı nasıl tenkit edersin?” diyen cahilin lafı itibara alınmaz! Çünkü ancak Şeriatın getirdiği ilkelere teslim olunur, şahıslara değil. Bir kimsenin evliyadan olması onun hatasız olmasını gerektirmez. Onun hatasını ortaya koymak onu o dereceden çıkarmaz. Şunu iyi bil ki bir şahsa büyük saygı gösteren ve onun söz ve hareketlerine şer’î deliller gözüyle bakmayan kimse İsa’nın eliyle ortaya çıkan olağanüstü olaylara bakıp onun bir ilah olduğunu iddia eden kimseye benzer.
Şayet o kimse İsa’ya baksa ve onun yaşamak için yemeğe ihtiyaç duyan biri olduğunu görseydi, daha dengeli olurdu.”429 Bilindiği gibi İslam’ın erken dönemlerinde Müslümanların dini konuda Kuran’dan başka esas aldıkları bir kaynak yoktu. Peygamberimizin Kuran’ı hayatına tatbik edişini görenler ya da onları gören nesiller, aralarındaki anlaşmazlıklarda yine Kuran’ı referans alıyor ve Peygamberimizin Kuran’dan hareketle ortaya koymuş olduğu örnekliği de sınırlı bir sözlü kültür geleneği olarak devam ediyordu. Bu sayede Müslümanlar, İslam dışı inanç ve kültürlere karşı mümkün olduğunca kendilerini muhafaza edebiliyorlardı. Ancak farklı inanç ve kültürler ile etkileşime geçilmesiyle söz konusu inanç ve kültürlerdeki kadim kabul ve uygulamaların Müslümanların sözlü kültürünü ciddi anlamda etkisi altına aldığı ve İslam’ın özüne uygun olmayan bir yığın inanç ve uygulamanın İslam elbisesi giydirilerek insanlara din olarak sunulduğu görülmektedir:
“İslam’ın erken dönemlerinde Müslümanlar sözlü kültür geleneğine sahiplerdi ve bu süreç kabaca söylemek gerekirse yaklaşık bir yüzyıl kadar devam etmiştir. Bu süreç içerisinde Müslümanlar Arap yarımadası dışına çıkarak eski İran, Yahudi ve Hıristiyan kültürleriyle karşılaşıp bu kültürlerin varisi olmuşlardır. Mezkûr kültürlerin çeşitli yönleriyle İslam kültürünü etkilediği kabul edilen bir gerçektir. Özellikle sözlü kültür geleneğinin devam ediyor olması, bu etkileşime müsait ortam sunmuştur. Müslümanlar karşılaştıkları kültürleri reddetmek bir yana hüsnü kabulle karşılayıp birçok yönüyle bu kültürlerin taşıyıcısı olmuşlardır. Dolayısıyla bu süreç kadim kültürlere ait birçok mistik ve mitolojik unsurların, kaynaklara girmesini beraberinde getirmiştir. Başlangıçta fazla sorgulanmadan sözlü kültür geleneğinde oluşturulan rivayetler, tedvin döneminden sonra kaynaklara sokuşturulmuş ve bunlar zamanla siyer yazıcılığının yapı taşları arasına girmiştir… Oysa Hz. Peygamber’in risaletinin en önemli kodları vahyin muhtevasında mevcuttur. Kuran’dan kopuk bir siyerin Hz. Peygamber’in gerçek anlamda tanınmasına katkı sağlamayacağı kuşkusuzdur.”
İslam dini gerçek dışı bir din olmadığı gibi herkesin kendi kabul ve gerçeğine göre şekillendirebileceği bir din de değildir. Çünkü İslam dininin gerçeği, her türlü insani kabul ve gerçeklik iddiasının üzerinde ilahi sisteme dayalıdır. Herkes kendince gerçeklik iddiasında bulunsa da ve kendisi gibi inanmayanları gerçeğin dışında saysa da neyin gerçek olup olmadığını insanların görüş ve yorumları değil Allah’ın dini belirleyecektir. Çünkü dinin en öncelikli amacı, gerçeği olduğu gibi göstererek insanı Allah’ın ayetleri ile buluşturmak ve gerçek ile yüzleştirmektir:
“Herkesin, kendi dinini gerçek/hak, diğerlerini batıl saydığını biliyoruz. Kuran, bu tekelci iddialara karşı gerçeğin dini’nden (dînu’lhak) ve buna karşı uydurulan dinlerden bahseder. Gerçeğin dini; gerçek olan, gerçekliğe dayanan, mücadelesini gerçek için veren, bütün süreçleri gerçeğin açığa çıkması için işleten din demektir. Gerçeğin dini, insan gerçekliği ile uyumlu, hayatın gerçekliğini güçlendiren, her şeyin kendisi için belirlenen saha içinde gelişerek mükemmelleşmesini sağlayan, mükemmelleşen her parçanın bütünü de mükemmelleştireceğine inanan tevhid fikrine sahip dindir.
Gerçeğin dini, hayatın gerçekleriyle bizi birebir karşılaştıracak ve meydan okumalar karşısında ayakta kalmamızı sağlayacak dayanıklılığa sahip dindir. Dinini, gerçeğin/hakikatin dini olarak adlandıran Allah, din kılıfı altında insanlara pazarlanan dinlerin, bu dinin yerine ikame edilmesini önleyeceğinin garantisini vermektedir: Allah, gerçeğin dini’ni bütün dinlerin üstüne çıkaracak ve uydurulan bütün dinlere galip gelmesini sağlayacaktır. Gerçeğin dini, gerçeğin peşinde olanları, gerçeğin bütün formlarıyla hayata tutunabilmesi için bütün sahte din formlarıyla mücadeleye çağırır. Zira doğallığı ve genetiği bozulan şeylerin hastalık üretmesi gibi, genetiği bozulmuş bir dinin de hasta insanlar üreteceği açıktır. Bu gerçeklik vurgusu, kurgularıyla hem dini hem dindarları hem de bütün insanları kurgularının/hevalarının peşinde koşturanlara karşı bir tedbir ve blokajdır (durdurmak/engel olmak). Gerçeğin dini, batıla karşı verdiği mücadelede sürekli seçim yapmak durumunda kalan insanı, özgür iradesiyle seçimler yaparak hayatı inşa eden bir varlık olarak görür. Bu yönüyle taklide (otoriteyi takip etme) karşı tahkiki (hakikati bizzat aramayı) değerli görür ve insanı aktif bir özne olmaya özendirir.”