Günümüz toplumlarının en büyük meselelerinden biri, inandığımız değerler ile gündelik davranışlarımız arasındaki kopukluktur. İman yalnızca kalbî bir teslimiyetten ibaret görülmekte ve bireysel ve içtimaî hayatımızda aktüelleşerek ahlâkî bir erdeme dönüşmemektedir. Eğer iman, soyut bir bağlanış ve kalbî bir benimseyişten ibaret kalmayacaksa, davranışlarımız vasıtasıyla hayatın içlerine taşınması, yaşanması ve ahlâkî bir fazilete dönüşmesi zorunludur.
Kur’ânı Kerim, imandan ya da müminlerden söz ettiği âyetlerin çoğunda, imanı soyut bir kavram olarak ele almamakta aksine onu insan davranışlarının merkezine yerleştirmektedir. İman etme ve sâlih amel işleme, Kur’an açısından birbirinden ayrılmaz iki kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Kur’an’a göre iman, hakiki anlamını sâlih amelle kazanmaktadır. Allah’ın müminlere yönelik vaatlerinden birisi olan cennet, ancak iman edip sâlih amel işleyenler içindir: “Şüphesiz iman edip de sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için içinde ebedî kalacakları firdevs cennetleri bir konaktır. Oradan ayrılmak istemezler.”
Kur’an’ın sûrelerinden biri “Mü’minûn” (inananlar) adını taşır. Bu sûre, takvâ sahibi bir müminin niteliklerini saymakta ve hakiki kurtuluşa erişin şartlarını zikretmektedir. Hakiki iman sahibi olup da kurtuluşa erecek müminlerin nitelikleri arasında “namazlarını huşû içinde kılmak, faydasız işlerden ve boş sözden yüz çevirmek, zekâtı vermek, namusunu korumak”3 gibi pek çok dinî ve ahlâkî görevi zikretmektedir.
Bireyden istenen ve olması gereken iman, güzel davranışlar ve ahlâkî yükümlülüklerimizle kenetlenmiş, bireyi ve toplumu dönüştüren ve çağdaş dünyada ahlâkî bir farklılık oluşturabilecek bir imandır. Kur’an, bireyin öte dünyadaki kurtuluşunu amellerle ilişkilendirse de, güzel davranış sahibi olmanın dünyevî mutluluğumuza da olumlu katkı sağladığı açıktır. Güler yüzlü, ahlâkî erdem sahibi, alçak gönüllü ve sürekli insanların yardımına koşma gibi güzel davranış (sâlih amel) sahiplerinin insanlar nezdinde sevilen, sayılan ve itibarlı insanlar olacaklarında şüphe yoktur.
Kur’an imanı kalple ilişkilendirip, iç dünyamızdaki bu kararlılığın güzel davranışlara dönüşebilmesini de bireylerin kurtuluşu için gerekli görür. Yukarıda zikredilen âyetlerde görüldüğü gibi, hakiki kurtuluş, güzel davranış sahipleri içindir ve cennet ehlini de bunlar oluşturacaktır. Kur’an için hem dünya hem de âhirette değerli olan insan modeli, Allah’a, peygamberlerine iman eden ve sonra da güzel davranışlarda bulunan insan modelidir. Dolayısıyla inanma ve güzel işler yapma birbirini takip eden iki kavramdır; her ikisi birlikte insanın bütünlüğünü oluşturur.
İman, müminin en kararlı fiili olduğuna göre –çünkü onun iradesine dayanır bu kararlılığın güzel amellerle desteklenmesi şarttır: “Hakiki müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. O’nun âyetleri okunduğu zaman (bu) onların imanlarını arttırır. Onlar sadece rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten müminlerdir. Onlara, rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”
Kur’an’a göre insan, akıl ve irade sahibi, dolayısıyla düşünce ve davranışlarını bilerek iradî olarak gerçekleştirebilen yegâne varlıktır. Özgür iradesiyle iyi ya da kötüyü yapabilme gücüne sahiptir. Ancak Kur’an’ın söz dizimi, iman ile güzel davranışları birbiriyle ilişkilendirmekte, kötü ve istenmeyen davranışları bireyin imanıyla tutarsız davranışlar olarak değerlendirmektedir. İmanın hemen akabinde güzel davranışlara yer veren bu ve benzeri âyetler,6 imanla birlikte amelin de bulunmasının gerekliliğine işaret eder. Bireyin gönül dünyasını aydınlatan imanın, aynı zamanda içinde yaşadığı evreni de aydınlatması gerektiğini vurgular. Dolayısıyla Kur’an açısından iman, kalbî bir kabulleniş olduğu kadar, kendisidir de!
İmanın davranışlarımızla münasebeti, Hz. Peygamber’in sünnetinde de güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. Buhârî ve Müslim gibi hadis imamları, eserlerine “iman” adını taşıyan müstakil bölüm ayırmışlardır. Bu müstakil bölümler dışında aktarılan pek çok rivayet de doğrudan ya da dolaylı olarak iman konusuyla ilişkilidir. Bu hadisler, müminlere vaat edilen mükâfatlar, iman esasları, imanın alâmetleri, imanamel ilişkisi ve müminlerin özellikleri gibi konular üzerinde durmakta, bireyin davranışlarını onun niyetine bağlayarak7 davranışlardaki güzelliğin onun iç tutarlılığına ya da imanına bağlı oluşunu dile getirmektedir.
İnanç ve davranış hakikatte bir bütünün iki farklı veçhesidir. İnanç bireyin iç kararlılığını ve tutarlılığını ifade ederken, davranış da bu kararlılığın dışa yansıması ve hayata anlam katmasıdır. İman ile amel arasında teknik birtakım ayırımlar yapılmasına ya da insan davranışları imanın aslî bir parçası sayılmamasına rağmen, ikisi arasında oldukça sıkı bir ilişki vardır.
Davranışlarımız son anlamda imanın bir cüzü değilse de iman, gaye ve hedefi bakımında bütün davranışlarımızdan bağımsız sırf vicdanî bir iş değildir. Bu sebeple yalnızca gönlün ve kalbin temizliğini dile getirmek, eğer bu temizlik bir şekilde davranışlarımıza olumlu bir şekilde yansımıyor, bireysel ve toplumsal hayatımızda bir fark oluşturmuyorsa, pek fazla gerçekçi olmayacaktır. Dolayısıyla sahih ve kâmil bir iman, davranış olarak insan yaşamında mutlaka kendini gösterebilmelidir.
Kur’an, sürekli insanın imanı ile davranışları arasındaki tutarlılığa dikkat çekmiş; iman ile davranış arasındaki uyumsuzluğu nifak olarak adlandırmış ve şiddetle yermiştir. İnanmış gibi görünen ama hakikatte inanmayan; imanı ile davranışı birbirine uymayan insanları, tutarsız ve kişiliksiz, hasta ruhlu bir insan modeli olarak takdim etmiştir.8 Bu tarz bir tutarsızlığın Allah’ın rızasına uygun davranışlar olmadığı ve sahibine dünya ve âhirette bir kazanç sağlamadığı ve gerçekte onların inanmış da olmadıkları açıkça vurgulanmıştır.
İnanç ile davranışlarımız arasındaki uyum önemli olduğuna göre, bireyin imanı ile amelleri arasında da çok sıkı bir ilişki vardır ve mükemmel bir iman için ilâhî emir ve yasaklara uymanın beraberinde getirdiği ahlâkî erdemliliğe sahip olmak zorunludur. Kur’ânı Kerim, pek çok âyetinde iman ile güzel davranışta bulunmayı birlikte zikrederek, ikisi arasındaki yakın ilişkiye işaret etmiş ve müminleri sağlam bir iman ve güzel davranışlarla maddî ve mânevî gelişimlerini sürdürmeye çağırmıştır. Çünkü maddî ilerleme düşünce ve karar aşamasından eylem alanına geçmeyi zorunlu kıldığı gibi; mânevî ilerleme de kalbe yerleşmiş imanın bireyi ve çevresini güzel davranışlarla aydınlatmasıyla mümkündür.
Ayrıca imanın zayıflayıp güç kaybetmemesi ve güçlenerek bütün insanlığa faydalı hale gelebilmesi için de güzel davranışlarla desteklenmesi; iç kararlılığın eyleme dönüşmesi gerekmektedir. İşte bu sebepledir ki yalnızca gönül dünyamıza hapsettiğimiz ve güzel davranışlarla bir türlü hayatın içine taşınamamış iman, meyve vermeyen ağaca benzetilmiştir.
Allah’ın öte dünyada müminlere vaat ettiği nimetlere kavuşabilmek de ancak iman ve güzel davranışla mümkündür. Çünkü Kur’an’a göre üstünlük, ancak iman, sâlih amel ve takvâ ile olabilmektedir. Allah nezdinde bunun dışında bir üstünlük ölçütü yoktur. Öyleyse bireyin mânen terakki edebilmesi, Allah’ın rızasını kazanabilmesi ve O’nun vaat ettiği sonsuz nimetlere erişebilmesi için imanla birlikte sâlih amellerde bulunmak zorunludur. Yalnızca kalben Allah’a iman edip O’nun emir ve yasaklarını umursamamak ve dilediği gibi hareket etmek; her türlü güzel davranışı terketmek, imanın asıl tabiatıyla çelişen bir durumdur.
Güzel amellerle desteklenmeyen ve yalnızca gönüllere hasredilen bir imanın günün birinde yok olma riskini de hesaba katmak gerekir. Güzel davranışların hem Allah’ın rızasını kazanma hem de bireysel ve toplumsal yaşamımızda oynadığı rol dikkate alındığında, diyebiliriz ki inanmak ve güzel davranışlarda bulunmak, dinî ve toplumsal bir vecîbedir. İlâhî dinlerin gönderiliş amaçlarının başında da bireysel ve toplumsal hayatımızı ıslah etmek, Allah’ın rızasını kazanabilmek ve dolayısıyla dünyaâhiret mutluluğunu elde etmek gelir. Bunun için de salt kalbî tasdikin yavanlığından kurtulmak ve güzel amel ve ahlâk ile imanımızı güçlendirmek gerekir.
Gönül dünyamızın sınırlarının ötesine geçememiş ve o daracık dünyamıza hapsedilmiş bir imanın, çağdaş dünyada bir fark ve değer oluşturabilmesi de mümkün değildir. Öyleyse iman ve amel bir bütündür. İman olmadan davranışlarımızın Allah nezdinde bir değeri olmadığı gibi, güzel davranışlara sevketmeyen iman da son derece cılız ve yetersizdir.