Duyularımızın ötesinde ve bilgimizin dışında kalan hususlara gayp denilir. Bir şeyi gözümüzle görmüyor, kulağımızla işitemiyor, diğer duyu organlarımızla idrak edemiyor ve bir de aklımızı kullanmak suretiyle açık bilgi edinemiyorsak o, bizim için gayptır, gizlidir, bilinemezdir. Artık o konuda bilgi edinmemiz sadece bilenin haber vermesiyle mümkündür.
Meselâ Allah’ın zatı, duyularımızın ötesindedir. Fakat O’nun varlığını eserlerine bakmak ve aklımızı kullanmak suretiyle idrak edebiliyoruz. Şu halde Allah bu mânada gayp konularından değildir. Allah’ın sıfatlarına gelince, onları da duyularımızla idrak edemiyoruz, aklımız da bu konuda tam ve kesin bir bilgi sunamıyor bize. Bunun gibi âhiret ve halleri, cennet, cehennem ve bunların özellikleri de bizim için gayptır. İşte bu hususları peygamberin bildirmesiyle öğreniyoruz.
Geçmişte meydana gelen olaylara kendimiz şahit olmuşsak, unutmadığımız sürece onları biliriz. Kendimiz şahit olmamışsak bizzat görenlerin sözlerinden ve yazılı beyanlarından öğrenebiliriz. Şu anda olan bitenler, şayet duyularımızın içinde ise onları biliriz, dışında ise bilemeyiz, görenlerden öğrenebiliriz. Gelecekte vuku bulacak hadiselere gelince, bunları sadece Allah bilir. Gerçi gelecek için bazı tahminler, kıyaslar, yorumlar yapılabilir. Fakat bütün bunlar bize kesin sonuç (bilgi, ilim) sağlamaz, ancak ihtimaller (zan) gösterir. İslâm dini, gaybın bilinmesini (ilmü’l-gayb) sadece Allah Teâlâ’ya tahsis etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bununla ilgili birçok âyet vardır. Bunlardan biri şudur:
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”
Câhiliye devrinin putperest anlayışına göre kâhin ve benzeri kişiler gaybı bilirdi. O devrin insanları böylelerine başvurur, bilinemeyecek hususların mahiyetlerini onlardan öğrendiklerine inanırlardı. Bu da bir tür puta tapıcılıktı. Kâhin, bir bakıma tanrılık, bir bakıma peygamberlik özelliği taşıyan bir şahsiyetti. Bu husus İslâm’ın benimsenmesine, tevhit inancının yerleşmesine engel teşkil ediyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) kâhine gitmeyi, ona danışmayı, ona ücret ödemeyi, söylediklerini tasdik etmeyi şiddetle yasaklamıştır. Söz konusu yasak sadece o devreye ait değildir. Tevhit inancının yerleşmesi ve korunması için her çağa ve her şahsa yaygındır. Onun bu konudaki hadislerinden biri şöyledir:
“Kim kâhine gider de onun söylediğini tasdik ederse, Muhammed’e indirilen İslâm dininden sıyrılmış olur.”
Bugünkü toplumlarda kâhinlerin yerini kitap açanlar, fala bakanlar, cin derleyenler ve perililer almıştır. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Bu genel kaidenin bir istisnası var: Peygamberler. Kural olarak peygamber de gaybı bilmez. Önceki peygamberler gaybı bilmediklerini beyan ettikleri gibi Hz. Peygamber de beyan etmiştir:
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem ve ben bir meleğim de demiyorum.” Ancak Allah Teâlâ elçilerinden dilediği kimseleri seçmiş ve onlara gayp haberlerinden bazılarını bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseye gaybını bildirmemiştir.”
Şu halde her peygamber gaybı bilmez, içlerinden bilenler de her şeye vâkıf değildir, sadece mûcize olarak Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiklerini bilir. Resûl-i Ekrem’in hayatını incelediğimiz takdirde onun bazı gaybî bilgilere sahip olduğunu ve bunları haber verdiğini görürüz. Bunun yanında bilmedikleri de vardır. Peygamberin gösterdiği tabiat üstü hadise demek olan mûcize, her istendiği zaman kullanılabilen bir vasıta değildir. Yani peygamber her istediği zaman mûcize gösteremez. Mûcize Allah’ın elindedir, O, lutfederse, yaratırsa vuku bulur.
“Allah’ın sevgili kulu ve dostu” demek olan velîye gelince, Ehl-i sünnet inancına göre velînin elinde fevkalâde hadiselerin meydana gelmesi mümkündür. Buna keramet denir. Velî, iman ve takvâ sahibi kimse demektir. Onun elinde zuhur edecek fevkalâde hadise, kendisi için keramet, bağlı bulunduğu peygamber için de mûcize sayılır. Ancak mûcize hakkında söylediğimizi keramet hakkında da söylemeliyiz: Keramet her istendiği zaman meydana gelen bir olay değildir. Allah lutfederse gerçekleşir. Burada şu önemli noktaya da temas etmeliyiz: Peygamber, kendisinin peygamber olduğunu ve Allah’ın izniyle bir mûcize gösterdiği sırada mûcize göstermekte olduğunu bilir, mûcizesinin gerektirdiği neticeden de emin olur. Velî ise velî olduğunu bilmez, elinde zuhur edecek kerameti önceden kestiremez. Keramet bir doğuştur, bir tecellîdir. Kişinin iradesi ve bilgisi olmadan doğar. Bu açıdan “keramet göstermek” sözü de doğru değildir. Mûcize, peygamber tarafından -Allahın izniyle- gösterilir, keramet ise zâhir olur, Allah’ın izniyle kendiliğinden meydana gelir. Şu halde keramet bilgi, iş ve tesir vasıtası olarak arzu edildiği zaman meydana getirilemez, kullanılamaz. Bu sebeple “Filân zat gaybı bilir, filân mürşit insanların iç yüzüne vâkıftır, şeyh müritlerinin bütün hareket ve davranışlarından haberdar olup, onları mânevî kontrol altında tutar.” gibi söz ve kanaatler, Kur’an ve Sünnet’in tespit ettiği tevhit inancıyla bağdaşmaz.
“Göklerin ve yerin gaybını bilen Allah’tır. Göğüslerde ve gönüllerde olanı bilen de O’dur.”
“Allah, açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.”
Ehl-i sünnet inancına, yani müslüman çoğunluğun itikadına göre Hz. Peygamber’in dışında, kimsenin, hiçbir müslümanın özel bir bilgi kaynağı yoktur. İslâmî gerçekler herkese açıktır hatta inanmayanlara bile! Okuyan, inceleyen, soruşturan onları öğrenir. Gaybın bilgisi Allah nezdindedir. Onu bu dünyada ilân etmiyor, kimseye bildirmiyor. Âhiret ise bazı bilinmezlerin esrar perdelerinin kaldırılacağı bir âlemdir.
“Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.” Resûl-i Ekrem’in bu sözü hiçbir insanın günahtan korunmuş (mâsum) olmadığını ifade eder. Yaratana ve yaratılmışlara karşı vazifelerini bilen, beşerî özelliklerini de tanıyan her insan, bu gerçeği hemen kabul etmek durumundadır.
Bu genel kaidenin bir tek istisnası vardır: Peygamberler. Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara gönderdiği elçileri ve tebliğcileridir. Tâ ki insanların Allah’a karşı ileri sürecekleri bahaneleri kalmasın. Bu sebeple gerek sözlerinde gerek davranışlarında daima örnek durumunda olan peygamberler özel olarak günahtan korunmuştur. Son peygamber Muhammed aleyhisselâm olduğuna göre ondan sonra hiçbir insan, kim olursa olsun, günahtan korunmuş değildir. Âlim, sûfî, filozof, mezhep imamı, tarikat kurucusu, şeyh, lider gibi kimselere günahsız, mâsum, hatasız gözüyle bakılamaz, yüzde yüz kurtulmuş, cenneti hak etmiş telakki edilemez.
Gerçi Şîa grupları Hz. Peygamber’den sonra belli bazı kişileri de (on iki imam gibi) mâsum kabul etmiştir. Onlara yönelttiğimiz ilmî itirazlarımız bir yana, şunu söyleyelim ki o şahıslar da gelmiş geçmiş ve tarihteki devrelerini çoktan kapamıştır. Uzun asırlardan beri olduğu gibi bugün de günahsız olduğunu iddia edebileceğimiz hiçbir insan yoktur.
Hiçbir müslüman hakkında “Mutlaka cennetliktir.” veya “Mutlaka cehennemliktir.” diye kesin bir hüküm de verilemez. Ancak ilahî vahye mazhar olan Resûl-i Ekrem’in, kendi devrindeki belli kişiler (aşere-i mübeşşere gibi) hakkında söyledikleri müstesna! Biz, kendimiz de dahil, kimsenin Allah nezdindeki derecesini ve âkıbetini bilemeyiz, sadece iyiler hakkında ümitli, kötü davranışlarını gördüğümüz kişiler hakkında da endişeli oluruz. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İçinizden biri müslüman kardeşini ille de övmek istiyorsa kesin konuşmayıp şöyle desin: Filânı şöyle şöyle zannediyorum fakat Allah’a karşı kimseyi temize çıkarmıyorum.”
Bazı müslümanlar vardır ki bilgisizlikleri ve iradesizlikleri yüzünden belli kişiler hakkında aşırı derecede övgü duygusuna ve temize çıkarma düşüncesine sahiptir. Onlar nazarında bu kişiler büyük insandır, ermiştir, evliyaullahtır. Kıyamet gününde şefaatlerine nâil olanlar kurtulur, eteklerine yapışanlar cennete girer.
Biraz önce söylediklerimizi tekrar etmeden şunu belirtelim ki evliyaullaha inanırız, Kur’an ve Sünnet’te de belirtildiği üzere Allah’ın velî kullarının ve dostlarının mevcut olduğunu kabul ederiz. Fakat bunların belli şahıslar olarak kimlerin olabileceğini kestiremeyiz. Ancak dine ve insanlığa hizmet edenler hakkında hüsnüzanda bulunuruz. Velî, “Allah’ın dostu” demektir. “Allah takvâ sahiplerinin dostudur.” âyet-i kerîmesi gereğince Cenâb-ı Hak, kendisine dost olanların dostudur. Haydi diyelim ki biz filân zatı Allah’ın dostu olarak görüyoruz, o zat da kendisini samimiyete, Allah dostluğuna adamıştır. Peki, yüce Allah’ın, o zatı dost olarak kabul ettiğini yani onun kulluğunun nezd-i ilahîde kabule şayan görüldüğünü nereden bileceğiz? Bunu kim garanti edebilir?
Biz şefaate de inanırız. Kıyamet gününde peygamberlerin ve sâlih kulların, Cenâb-ı Hakk’ın izin vereceği kimselere şefaat edeceğini kabul ederiz. Ancak belirttiğimiz üzere, Allah nezdinde kimin sâlih kul olduğunu bilemediğimiz için dünya hayatında kimse ile bu konuda bir anlaşma yapamayız. Sonra, şefaat edilmeye lâyık olduğumuzu da bilemeyiz. Çünkü şefaate nâil olabilmek için belli bir kulluk merhalesine ulaşmak gerekmektedir. “Nasıl olsa bir şefaat eden bulunur.” diyerek kulluk vazifelerimizi ihmal edemeyiz. İki cihan peygamberinin, son nefeslerini yaşadığı bir sırada, kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye söylediği sözler ne kadar anlamlıdır: “Kızım Fâtıma ve halam Safiyye! Yarın Allah’ın huzuruna çıkmak için iyi işler yapmaya bakın! Şunu biliniz ki ben sizi Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtaramam!”
Netice olarak peygamberden başka herhangi bir zatı günahsız kabul etmek, belli kişileri velî, ermiş telakki etmek, onların şefaat edeceğine kesinlikle inanıp buna bel bağlamak doğrudan bir şirk değilse de tevhit akîdesine leke getiren ve onu zedeleyen inançlardır.