Sigmund Freud’ün (1856/1939) geliştirdiği psikanaliz kuramı olup, insan psikolojisini maddî sebeplerden çok, onun arkasında yatan ve maddî süreçlerle yan yana bulunan ve bilincin dışında kalan süreçlerle açıklayan psikoloji kuramıdır ve zihinsel süreçleri maddî sebeplerle açıklayan kaba maddeciliği reddeder. Freud, bütün psişik durumları, insanın bütün davranışlarını ve ayrıca bütün tarihî olayları psikanaliz temelinde açıklamış ve bunları bilinç dışı ve her şeyden önce de insandaki cinsellik içgüdüsünün bir yansıması olarak tanımlamıştır. Ona göre insanın bilinç altında yer alan kalıcı çatışmalar, ahlâk, bilim, din, yasa ve savaşların kaynağını ve muhtevasını oluşturur.37 Freudcü psikanalize göre insan davranışlarına yön veren ve ondaki anne, baba, vatan ve Allah sevgisi gibi yüksek değerlere kaynaklık eden cinsellik ve korku duygusudur.
Görüldüğü gibi psikanaliz yöntemi, insanın bilinç altında Allah’a inanma eğilimi ve yüce duyguların yer almadığını, aksine, cinsellik içgüdüsünün yer aldığını iddia etmektedir. İnsan sürekli olarak korkuların ve bir türlü tatmin edemediği cinsel duygularının baskısı altında kalmaktadır ve bu baskılar vatan sevgisi ve Allah sevgisi olarak dışa vurmaktadır. Başka bir anlatımla Freud’e göre Allah inancı, hakikatte var olmayan ve bilinç altındaki çatışmaların doğurduğu hastalıklı bir durumun sonucu olmaktadır. Diğer bir deyişle psikanaliz yöntemine göre dinin kökeninde, kendi iç bünyesinde geliştirdiği güdülerle kendi dışındaki dünyanın güçleriyle baş etmek zorunda kalan insanın âcizlik duygusu yatmaktadır.38 Çünkü dış dünya ile mücadele etmeyi başaramayan insan, bunu gerçekleştirmek için olağanüstü güçlerden yardım almak zorunda kalmaktadır.
Bu durumda Freud’e göre dinî inançlar, bilinç altındaki bir arzuyu gerçekleştirme duygusunun motive ettiği bir yanılsamadır. Tanrı inancı, gerçek bir inanç olmayıp çocukta baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluk ve felâketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Dolayısıyla onun nazarında din nevrotik bir kalıntıdan ibarettir.39 Bilim geliştikçe bu korkunun hayalî bir korku olduğu anlaşılacak ve dinî inançlara ihtiyaç da kalmayacaktır.
Günümüze gelindiğinde, bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler Freud’ü haklı çıkarmamıştır. İnsanların dinî inançlara olan eğilimleri azalmak yerine artan bir hızla devam etmiştir. Geçmişte olduğu gibi günümüz toplumlarında da dinî inançlar, toplumu etkileyen en önemli fenomenlerden biridir. Freud’ün psikanaliz yöntemi, esasta deneyci bir yöntemdir. Hastalıklı bireyleri incelemiş ve ulaştığı sonuçları yanlış biçimde sağlıklı insanlara da tatbik etmiştir. Onun incelemeleri yalnızca incelemiş olduğu hastalıklı bireyleri bağlar ve ulaştığı sonuçlar da benzer nitelikte hasta bireyler için geçerlidir. Freud’ün ulaştığı sonuçları genel ve kabul görmüş bir hakikat gibi sunması hem yanlış hem de gereksiz bir genellemeden ibarettir. Bu tarzdaki genellemeler bilimin temel mantığına da aykırıdır.
Diğer taraftan inanan bir birey, dinî inançlarını iç dünyasındaki çatışmanın veya dış dünya ile mücadelesinde âciz kalışının bir sonucu olarak görmez. Tam tersine dinî inançlar, bireylerin en kararlı eylemleridir. Bütün zihinsel bocalama ve kuşku durumlarının bertaraf edildiği ve olabildiğince kesinliğe/tasdike dönüştüğü bir süreci ifade eder. Freud’ün iddia ettiği şekliyle nevrotik bir kalıntı değil, tam tersine bireylerin hayatını şekillendiren ve iç dünyalarına tutarlılık ve anlam kazandıran bir odak noktasıdır. Dinî inançlar sayesinde insan, iç dünyasındaki çatışmalardan kurtulur, kuşkulardan arınır ve sonuçta mutmain olup sükûn bulur.
Hiç şüphesiz ki insan çok boyutlu bir varlıktır. Bedenî ihtiyaçları kadar ruhî gereksinimleri de mevcuttur. İnsanı yalnızca tek bir boyuta indirgemek, bütün var oluş gayesini ve amacını yalnızca cinsellik temelinde açıklamak, insanın bütünlüğü açısından sağlıklı bir açıklama değildir. Bütün insan faaliyetlerini ve yüce değerleri cinselliğe indirgemek ve o temelde açıklamak, hastalıklı, problemli bir zihnin ürünüdür.
Bu düşünceler, iç dünyasında çatışmalar yaşayan, psikolojik açıdan problemli ve nevrotik bir saplantının dışa yansıması olarak da görülebilir. Ayrıca dinî inançları, ahlâkî davranış örneklerini, yüksek insanî duyguları ve aile bağlarını cinsellik temelinde ele almak ve o temelde izah etmek, insanlık açısından son derece aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir durumdur. Psikanaliz yöntemi temelde deneysel gözleme dayansa da bu alanda ulaşılan sonuçlar ne ilmî ne de deneye dayalıdır. Tam tersine bir vehim ve kuruntu, hastalıklı bir ruh haleti ve hastalıklı bir düşüncenin aksinden başka bir şey değildir.
Henüz cinsellik duygusunun gelişmediği çocukluk dönemlerinde çocuğun anne babasına olan sevgisini, anne babanın da çocuklarına olan şefkatini cinsellik içgüdüsüne bağlamak, aile bağlarının derinliğini izah etmekten uzak ve saplantılı bir durumdur. Çünkü aile kadar, sevgi ve şefkat gibi kavramlar da, cinsellik duygusu temelinde izah edilemeyecek kadar yüce ve ulvîdir. Hiçbir sağlıklı zihin, bunu cinselliğe indirgeyerek açıklayamaz.
Freud’ün anneyi paylaşılamayan bir cinsel meta konumuna dönüştürmesi, aileyi de kıyasıya güç mücadelesinin devam ettiği arena olarak takdim etmesi, hakikatle bağdaşmayan bir saplantı durumunu dile getirir. Böyle bir yaklaşım, özveriyi, saygıyı ve uzlaşıyı öne çıkaran sevginin derin gücünü açıklamaktan son derece uzaktır. Sevgi ise birbirini dışlayıcı, itici bir güç değil, tam tersine kaynaştırıcı ve uzlaştırıcı bir güçtür. Cinsellik dürtüsünü çocukluğa kadar indirgeme ve çocukluk döneminin bütün yaşanmışlıklarını cinsellik temelinde açıklama hakikatten uzaktır. Cinsellik, ergenlik dönemini ilgilendiren bir olaydır.
İslâm âlimlerine göre “Allah inancı fıtrî” olup yaratılıştan gelir ve insan benliğinin derinliklerinde kendine yer bulmuştur. İnsan ise yaratılışı gereği âciz ve zayıf bir varlıktır. İnsanın bu zayıf yaratılışı onu, huzurunda mutluluk ve güven duyabileceği yüce varlığa ulaştırır. Dolayısıyla insanın güçlü ve yaratıcı bir yüce varlığa yönelme ve sığınma ihtiyacı, bir hastalık veya nevrotik bir durumu değil, tersine insanın yaratılıştan gelen özlemini dile getirir ki insan için kulluğun başlangıç noktası tam da burasıdır.