Kâinatı yaratan, geliştiren ve idare eden Allah’ın varlığını aklımız anlıyor, gönlümüz hissediyor, benliğimiz de bütün samimiyetiyle bu gerçeğe bağlanıyor. İslâmiyet’in ve bütün ilahî dinlerin tebligatına göre Allah birdir, benzeri, ortağı, anne babası, evlâdı, eşi, dengi, rakibi veya yardımcısı yoktur.
Varlığından şüphe etmediğimiz Allah Teâlâ’yı tanımak, nitelikleri hakkında bilgi edinmek için ne yapmalıyız? Bilindiği üzere bir varlık veya bir olay hakkında, biz insanlar için, bilgi edinmenin üç yolu vardır: a) Duyularımızla idrak etmek, b) Akıl yürütmek, c) Haber almak. Yüce Allah’ı gözümüzle görmemiz veya diğer duyu organlarımızla algılamamız mümkün değildir. Çünkü O, madde olmayıp duyular âlemine ait varlıkların özelliklerinden münezzehtir. Allah’ı sadece akıl yürütmek suretiyle tanımak, O’na lâyık vasıfları tespit etmek de mümkün değildir, çünkü akıl, duyuların verdiği malzeme üzerinde işleyerek sonuca varır. Ulûhiyyet konusunu idrak edemeyen duyuların akla sunacağı herhangi bir malzeme yoktur. O yüce varlığı hayal etmemiz de imkânsızdır, zira hayal gücü de malzemesini madde dünyasından alır.
Allah Teâlâ’yı tanıma konusunda tek vasıtamız kalmıştır: Haber. Haber, yaratılmışlar alanında bilgi kaynağı olarak kullanıldığında şu mânaya gelir: Bir hadiseyi, bir nesneyi duyu organlarıyla bizzat idrak eden veya aynı şekilde idrak edenden duyan kişiler onu başkalarına nakleder, anlatır. Böylelikle beriki şahıslar o hadise veya nesne hakkında bilgi edinmiş olur. Cenâb-ı Hakk’ı gözüyle gören insanlar yoktur ki O’nu bize anlatsın, vasıflarından haber versin.
Peki, Allah’ın varlığına inandığımıza, bizi ve bütün evreni yarattığını ve idare ettiğini kabul ettiğimize göre O’nun vasıflarını bilmesek, “varlık”tan öte hakkında bir şey söylemesek olmaz mı? Olmaz, çünkü o takdirde O’nu tanımamış, hatta varlığını tam mânasıyla idrak edememiş oluruz. Aslında “varlık” da (vücûd) O’nun sıfatlarından biridir. Allah’ın sadece adını anmak, bundan başka O’na dair zihinde bir mâna, gönülde bir his taşımamak kişiyi imanlı kılmaz, O’nun zihinlere aydınlık, gönüllere huzur bahşeden, davranışlara olgunluk kazandıran ulûhiyyet âlemine herhangi bir pencere açılmaz.
Bir görüşe göre Allah’a inanmayan insan yoktur, ne dün ne de bugün. Yarın da olmayacaktır. İnkâr, daha çok Allah’ın sıfatlarını bilmemekten veya yanlış anlamaktan doğmaktadır. Maddeyi tanrılaştıranlar, putlara tapanlar aynı hatayı tekrar ederler. Şu halde varlığını benimsediğimiz Allah’ı sıfatlarıyla tanımalıyız: O’nun, bizimle, bizi saran tabiatla, bütün yaratıklarla alâkasını anlamalıyız. Bundan doğacak anlayış ve duyuşla O’na bağlanmalıyız.
Şüphe yok ki şanı yüce, lûtuf ve keremi sonsuz olan Allah’ı kendi bildirmesiyle tanıyacağız. O, kendini bizzat tanıtmış, zât-ı ilâhiyyesine ait sıfatları kendisi bildirmiştir. Bu tanıtma ve bildirme, elçileri olan peygamberler vasıtasıyla olmuştur. Evet, kâinatın yaratıcısı, bilgi edinme yollarından “doğru haber” (haber-i sâdık) vasıtasıyla tanıtılmıştır bize, yani vahiy ile. Son peygamber Muhammed aleyhisselâm Allah’tan aldığı tâlimatla onu bize öğretmiştir. O’nun vahyinin ürünü olan Kur’ân-ı Kerim metnini gözümüzle görüyor, dilimizle okuyor, kulağımızla dinliyor, kalbimizle tasdik ediyoruz. O’nun yarattığı uçsuz bucaksız kâinatı seyretmek, gözlem ve deneylerle sırlarını anlamak suretiyle yaratıcısının yüce sıfatlarını anlamaya çalışıyoruz.
Cenâb-ı Mevlâ’yı kendisinden başka kimse tanıtamaz bize. O’nun sevgili kulu ve peygamberi Muhammed aleyhisselâmın gece namazlarındaki secde niyazlarından Hz. Âişe’nin duyup ezberlediği şu cümle, bu noktada bize ışık tutmaktadır:
“Allahım! Senin yüce vasıflarını saymaya ve seni hakkıyla övmeye muktedir değilim. Sen bizzat kendini övdüğün gibisin.”
Çeşitli münasebetlerle belirttiğimiz üzere Allah’ın zatını idrak etmemiz mümkün değildir. O’nun zatı hakkında söyleyeceğimiz yegâne şey, var olduğudur. Bize zat-ı ilahînin “tasvir”i değil “tavsifi” yapılmıştır. Tasvir “suretlendirmek, şekillendirmek” demektir. Bir şey hakkında, onu zihinde fizik olarak canlandıracak anlatımlarda bulunmak onu tasvir etmektir. Bu anlatım söz, yazı, şekil ve resimle olabilir. Yüce mevlâmız için böyle bir anlatım söz konusu değildir. Puta tapanlar Allah’ı böyle tasavvur ettiklerinden Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde Cenâb-ı Hak bu yanlış anlayıştan tenzih edilmiştir. Memleketimizde hemen her Kur’an tilâvetinin sonunda tekrarlanan şu tâzim ve tenzih âyeti de bu tür âyetlerden biridir:
“Senin kudret ve izzet sahibi rabbin, onların yakıştırdığı bütün vasıflardan yücedir, münezzehtir.”
Tavsif ise vasıflandırmak, “bir şeyin özelliklerinden bahsetmek” demektir. Allah’ın tavsifi, varlığına inandığımız zatı hakkında bazı mânalardan (kavram), maddî olmayan özelliklerinden bahsetmektir. Söz konusu mânalar eksiklik (noksan) ifade ediyorsa zât-ı ilâhiyyeden uzaklaştırılır, olgunluk (kemal) ifade ediyorsa ona nispet edilir. “Allah kimseye muhtaç değildir.” cümlesiyle olduğu gibi “O, her şeyi bilendir.” cümlesiyle de Cenâb-ı Hakk’ı vasıflandırmış oluruz.
Allah’ın zatını duyularımızla idrak etmemiz mümkün olmadığına göre O’nun zatının mahiyeti, neden ibaret olduğu hakkında düşünmemiz doğru değildir. Resûl-i Ekrem’den nakledilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
“Yaratılmışlar hakkında düşünün, fakat yaratan hakkında fikir yürütmeyin; çünkü siz O’nun mahiyetini idrak edemezsiniz.” Zât-ı ulûhiyyetin şekli hakkında aklımıza, hayalimize ve zihnimize gelebilecek her şey yanlıştır, bâtıldır, atılması, reddedilmesi gerekmektedir. Bu konuda âlimler arasında şöhret bulan cümle şöyledir:
“Hatırına gelen her şey, Allah ondan başka bir şey.”