Allah’ın varlığının delilleri neler? Tanrı’nın varlığının ispatı nedir? Allah’ın var olduğunun açıklaması nedir?

Fıtrat Delili

Tabii veya yaratılış delili olarak da isimlendirilen bu delilden maksat şudur: İnsan, yaratılışı itibariyle inanan bir canlıdır. İnanmak onun zihin ve ruh muhtevasında mevcuttur. Çocuk, aklı ermeye başladığı andan itibaren, normal olarak gördüğü nesne ve olayların sebep ve yapıcısını araştıracak, “Kim yaptı, nasıl oldu?” diye sormaya başlayacaktır. “Allah’ın Varlığı” konusunun başında da belirtildiği gibi çocuk, ekmeği eve babasının getirdiğini görünce ekmeğe sahip olma hadisesini babasına bağlayacak, daha sonra bakkala, fırıncıya, değirmenciye, çiftçiye! Fakat bir gün, kara toprağın minnacık kupkuru bir tohum tanesinden yemyeşil başağı nasıl meydana getirdiğini soracaktır.

“Hiç ektiğiniz tohuma dikkat ettiniz mi? Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi? Dileseydik onu çör çöp yapardık da siz de şaşakalırdınız.”

İnsan zihninin kuruluşunda yaratıcıyı arama özelliği bulunduğu gibi onun ruhunda yüce, kudretli bir varlığa sığınma duygusu, ona güvenme ihtiyacı da vardır. Kur’ân-ı Kerim’de “fıtratullâh” diye zikredilen ve değiştirilemeyeceği ifade buyrulan özellik budur. Buna “fıtrat-ı ilâhiyye, fıtrat-ı selîme” de denilmektedir.

Tarihin bize sunduğu bilgilere göre yeryüzündeki bütün insanlar, nispeten ileri sayılabilecek bütün milletler bu kâinatın kudretli ve hikmetli bir yaratıcısının bulunduğundan şüphe etmemiştir. Bu insanların ırkları, ülkeleri, görüş, din ve mezhepleri birbirinden farklı olmuştur, inandıkları yaratıcının vasıfları değişik, hatta birbirine zıt fikirler de ileri sürmüşlerdir. Fakat O’nun varlığından şüphe etmemişlerdir. Kelâm ilminde buna “kabûl-i âmme delili” (genel kabul) denilmiştir. Ancak, bazı olumsuz etkilerle kimi insanlar şüpheye yahut inkâra sürüklenmiştir.

İnkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile büyük bir felâketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Böylesi yine Allah’a sığınır, bildiği isim veya sıfatlarla yalnız O’na yalvarır. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan insan kaçacak ve sığınacak bir yer arar ve nasıl ki karnı acıkan bebek annesinin memesine tabii olarak koşarsa, insan da yaratanını arar, O’na sığınır.

“Çaresizin yalvarışlarına cevap veren, dertlerine derman olan, sizi yeryüzünde hükümran kılan kim?”

İlham Delili

Allah’ın varlığını idrak ve ispat etmek için aklı kullanmak mümkün olduğu gibi kalbe yönelmek de mümkündür. Daha çok tasavvuf erbabının tercih ettiği kalp yoluna, keşif ve ilham metodu denilmiştir. “Örtü ve perdeyi kaldırmak” mânasına gelen keşif burada, bedenî ve ruhî güçleri dünyadan ayırıp yüce âleme yöneltmek (riyâzet ve mücâhede), beşerî sıfatları ve bedenî kuvvetleri yok etmek suretiyle gerçekle arasındaki perdeyi kaldırmak ve gerçeği doğrudan müşahede edip tanımak demektir. İlham ise normal bilgi vasıtalarına başvurmaksızın insanın kalbine Allah tarafından bırakılan bilgidir. Bu da çoğunlukla riyâzet ve mücahede yoluyla elde edilebilir.

Sûfiyyeye göre Allah Teâlâ’yı bilmek başka, tanımak başkadır. Akıl ancak istidlâl yoluyla dolaylı bir şekilde bilir. Kalp ise keşif ve ilham yoluyla O’nu müşahede etmiş gibi tanır. Sûfiyyenin benimsediği ve modern psikologların da önem verdiği şahsî tecrübe yolu, şüphe yok ki Allah’a götüren yöntemlerden biridir. Yeter ki kişi bu yola girebilsin, bu tecrübeyi yapabilsin. Fakat öyle görünüyor ki Allah’ı kalp ile tanımak, daha ziyade, onu akılla bildikten, varlığını benimsedikten sonra mümkün olmaktadır. Bu durumda kalp metodu Allah’a olan bağlılığı artıran, dindarlığı pekiştiren bir vasıta olur.

Yaratılmışlık Delili

Dünya devamlı bir “olmak-ölmek” değişimi içindedir. Bu, cansızlardan başlamak üzere bitkilere, hayvanlara ve insana doğru gittikçe hızlanan bir değişimdir. İnsan ve hayvan doğar, büyür, sonra ölür. Yerine türün başka fertleri geçer. Bitkiler de öyle! Hatta cansızlar dediğimiz câmid varlıklar, dağ-taş, dere-tepe de değişmeye mahkûmdur. Yıldızlar, yıldız kümeleri, galaksiler bile “olmak-ölmek” kanununun dışına çıkamaz. Demek ki kâinat yaratılmıştır, devamlı yaratılmaktadır. Her yaratma fiilinin bir fâili, her yaratılmışın bir yaratıcısı vardır. İnkârcı akımların tenkidinde gördüğümüz üzere madde kendi kendisinin yaratıcısı ve geliştiricisi olamaz. Şu halde yaratılmışların yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.

Burada kolay anlaşılsın diye “yaratılmışlık” delili diye isimlendirdiğimiz bu delil, İslâm tarihi boyunca müslüman ilim ve fikir adamları tarafından “hudûs” ve “imkân” delili adlarıyla incelenmiştir.[86] Kur’ân-ı Kerim’de insanın kendi yaratılışını, yakın ve uzak çevresinin yaratılışını, kâinatın (Kur’an’ın ifadesiyle göklerin ve yerin) yaratılışını konu edinen birçok âyet vardır. Bu âyetler, insanı, kendi üzerinde ve dış dünya hakkında (sübjektif ve objektif âlemde) incelemeler yapmaya, düşünmeye davet etmektedir. Bu yolla Allah’ın varlığı ve birliği ispat edilmektedir.

“(Habibim), ‘Göklerin ve yerin rabbi kimdir?’ diye sor onlara! Sonra da, ‘Elbet Allah’tır.’ diye kendin cevap ver. Yine onlara de: Öyleyse onu bırakıp da kendilerine bile faydası ve zararı dokunmayan şeyleri mi Tanrı edindiniz? De ki: Kör olanla gözü gören bir olur mu, karanlıkla aydınlık bir sayılır mı hiç? Yoksa onların sahte mâbutları, Allah’ın yarattığı gibi bir şey mi yaratmış da bu sebeple şaşırıp bunları Allah’a ortak koşmuşlar? De ki: ‘Her şeyi yaratan Allah’tır. Bir ve kâinatın hâkimi olan sadece O’dur’.”

Fizik, kimya, astronomi gibi pozitif ilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerinde yaptıkları incelemeler sonunda onun, dolayısıyla tabiatın sonradan yaratıldığını tespit etmişler, ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin bir gün bozulacağı kanaatine varmışlardır. Her sonlu olan şeyin bir başlangıcı vardır. Başlangıcı olan şey yaratılmış demektir. Şüphesiz ki her yaratılmışın bir yaratıcısı mevcuttur. O da Allah Teâlâ’dır.

Nizam Delili

Bu delil daha çok “gaye ve nizam delili” olarak tanınır. Canlı cansız varlıkların incelenmesinden şu netice çıkarılmıştır ki her varlık hem yapılışı hem iç fonksiyonları hem de diğer varlıklarla münasebeti bakımından hayret verici bir nizama, bir düzenlemeye sahiptir. Meselâ insan vücudunu ele alalım. Bunu teşkil eden organlar insanın ihtiyacını yerine getirecek, onu tehlikelerden koruyacak ve hayatiyetini sürdürecek bir şekilde yapılmıştır. Öyle ki bu organlardan birinin -meselâ bir kaza sonucu- kaybedilmesi halinde onu aynı kalite, fonksiyon ve dayanıklıkta yeniden yapmak mümkün olmamaktadır. İlmin ve tekniğin bu kadar ilerlediği bir çağda bütün dünya bilginleri bir araya gelse bile bundan âciz kalır. Peki, sayı ile ifade edilmesi mümkün olmayan bunca insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkta görülen fevkalâde üstün sanatın sanatkârı kimdir?

Üzerinde yaşadığımız tabiatın bu fevkalâdeliği, milâttan önceki asırlardan itibaren ilim ve fikir adamlarının dikkatini çekmiş, üzerinde birçok şey söylenmiştir. Irk ırk insanıyla, boy boy hayvanıyla, renk renk bitkisiyle, dağıyla, ovasıyla, nehriyle, deniziyle, ayıyla, mehtabıyla, güneşiyle, yıldızıyla “kâinat” denen bu harika filozofu düşündürmüş, bilgini konuşturmuş, şairi coşturmuş, sıradan insanın bile dikkatini çekmiştir.

Görülmüş ve tecrübe edilmiştir ki karıncasından devesine, su kabarcığından gök kubbesine, sivrisineğinden yıldızına kadar her şey, bütünüyle tabiat belli bir plan, program ve gayeye göre olmakta, oluşmakta, değişmekte ve yenileşmektedir. Aksaması, bozulması olmayan bu âhenk, bu nizam nasıl teşekkül etmiştir? Materyalistlere göre tesadüfen, Darwinistler’e göre evrim yoluyla olmuştur. Pozitivistler “Bunu bilemeyiz.” diyorlar. Freudcüler de beriki görüşlerden herhangi birini benimsiyor. Doğrusu şu ki tabiatta, onun her parçasında, her zerresinde bir sebep-sonuç bağlantısı vardır. Her mahlûk, canlı cansız her varlık, bu varlıkların yapısını teşkil eden organlar ve üniteler belli fonksiyonları yerine getirmek gayesiyle önceden planlı ve hesaplı olarak yaratılmış, düzenlenmiştir.

Kuş, uçma işini gerçekleştirebilmesi gayesiyle kanatlı olarak yaratılmış, yılan sürünmeye elverişli bir yapıda şekillendirilmiştir. Hiçbir şey, hiçbir organ, hiçbir cihaz, hiçbir sistem plansız, gayesiz, başı boş, gelişigüzel yaratılmamış veya meydana gelmemiştir. Tabiatta gaye, nizam ve hikmet hâkimdir.

Tabiatın şu andaki kuruluş ve işleyişini inceleyen pozitif ilimler ilerledikçe gaye ve nizam delili kuvvetlenmekte, itibar kazanmaktadır. İlmin her buluşu Allah’ın varlığı için bir delil teşkil eder. Büyük İslâm düşünürü İbn Rüşd, bundan sekiz asır önce, “hikmet ve inâyet” diye isimlendirdiği gaye ve nizam delili için şöyle demiştir: “Gören göz karşısında güneş ne kadar belirgin ise bu delil de akıl karşısında o kadar belirgindir.”

Kur’ân-ı Kerim’de gaye ve nizam deliliyle ilgili pek çok âyet vardır. Öyle ki on dört asır önce inen bu âyetlerin bir kısmının ifade ettiği incelikler ancak bu asırda, pozitif ilimlerin ilerlediği çağımızda anlaşılabilmektedir. İlmin bundan sonraki ilerleyişiyle de elbette başka mânalar keşfedilecektir.

“İnanmayanlar bilmiyorlar mı ki göklerle yer, önceleri bitişik bir halde iken biz onları ayırdık, canlı olan her şeyi de sudan yarattık. Hâlâ inanmayacak mı onlar?”

Yine bu konuyla ilgili iki âyeti mealleriyle birlikte kaydedelim:

“Yeryüzünü uzatıp düzenleyen, orada sağlam dağlar yükselten, ırmaklar akıtan O’dur. Meyvelerin hepsinden kendilerinin içinde ikişer çift yaratan, geceyi gündüze bürüyen yine O’dur. Bütün bunlarda iyi düşünenler için kesin belgeler vardır.

Yeryüzünde yan yana bulunan arazi parçaları, üzüm bağları, ekinler, tek gövdeli, çatal gövdeli, dallı budaklı hurmalıklar vardır. Hepsi aynı sudan sulandığı halde onların yemişini birbirinden üstün kılıyoruz. Muhakkak ki bunlarda aklını kullanan insanlar için ibretler bulunmaktadır.”

Çağımızın bilgin ve düşünürleri, eserlerinde, Allah’ın varlığını ispat eden birçok delil zikretmektedir. Nizam deliline örnek olmak üzere bunlardan birini sunalım. Bu delil Batı ilim dünyasında çok tanınmış bulunan A. Cressy Morrison’a ait İnsan Kâinat ve Ötesi adlı kitaptan alınmıştır.