Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd, O Allah’a mahsustur ki sahip bulunduğumuz sayısız nimeti ve hesapsız lûtfuna mukabil lâyık olduğu şükür ve övgülere nihayet yoktur. Amaçlara ulaştıran yolların en doğrusuna muvaffak kılmasını sadece O’ndan dileriz.
Ebû Mansûr (Allah rahmet eylesin) şöyle dedi: İnsanlar, “Allah kâinatı niçin yaratmıştır?” sorusunun cevabında çeşitli görüşler ileri sürmüştür.
- a) Bazı âlimler, “Bu soru yersizdir, böyle bir şey sorulmaz.” demiştir. Çünkü Allah ezelden beri hakîmdir, âlim ve ganîdir. O’nun fiilinin hikmetten uzak kalması muhtemel değildir. Zira bir fiilin hikmetten uzak kalması ya hikmetin bilinmeyişi veya hikmet yoluna uyulduğu takdirde bir yararın kaçırılma endişesi sebebiyle olur. Allah Teâlâ bilgisizlikten eser bırakmayacak bir ilimle nitelendiği ve giderilmesini bekleyeceği herhangi bir ihtiyaca mâruz kalmayacak şekilde ganî bulunduğuna göre O’nun fiilinin hikmetten hariç kalması söz konusu değildir. “Niçin” tarzındaki bir soru ise hikmetten yoksundur. Bunun içindir ki azîz ve celîl olan Allah kendi fiilinden abes ve hikmetsizlik vehmini nefyederek şöyle buyurmuştur: “Biz göğü de yeri de, ikisinin arasında bulunan şeyleri de oyun, eğlence olsun diye yaratmadık… O, yaptığından ötürü sorguya tâbi tutulmaz, fakat onlar (kullar) sorumlu olurlar.” Cenâb-ı Hak bu âyetlerinde, O’nun yüce zatında ihtiyaç vehmeden veya fiilinde hikmetsizlik iddia eden kimselere yergi ve azap nispet etmiştir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
- b) Mu’tezile’den bir grup şöyle demiştir: Allah, kul için en uygun olanı (aslah) böyle görmüş ve bunu gerçekleştirmiştir. O’nun haddizatında en uygun olan fiilinin sebebi sorulmaz.
İmam (rahimehuallâh) şöyle dedi: İleri sürülen bu sözde yer alan “aslah”tan hikmet kastedilmişse, bu telakki, bir önceki şıkla birleşir. Eğer sözün sahibi başka bir mâna kastetmişse hemen belirtilmelidir ki aslahın tanınması çerçevesinde söylenecek söz “Niçin yaptı?” demenin aynı olup, onunla eşittir. Şu da var ki fiilini işlerken aslah olana riayet etmesinin Allah için şart koşulması hususunda sorulmalıdır: Bu şart nereden gerekli oluyormuş? Hemen belirtilmelidir ki insanlar içinde, “Allah kâinatı niçin yaratmıştır?” sorusunu sormaktan en çok utanması gereken birileri olacaksa muhakkak ki Mu’tezile mensupları olmalıdır. Çünkü aslah için şart koşulacak her şeyin aynıyla fesat için de şart olması mümkündür, bu yolla da en büyük fesat vücut bulmuş olur. Halbuki bir şeyin önceden hikmetken bilâhare sefeh olması mümkün değildir. Zira aslahın mânası, başkası için elverişli olmasından ibarettir. Mu’tezile’ye göre ise bununla fesat da oluşabilir. Hikmetin mânası ise isabettir, bu da her şeyi yerli yerine koymaktan ibarettir, bu aynı zamanda adlin mânasını oluşturur. Allah’ın fiili bunun dışına çıkmaz. Mu’tezile şöyle demiştir: Allah zatıyla hâliktir, çünkü hâlik, övgü ve azamet ismi olup, Allah’ın buna başkası sayesinde hak kazanması muhaldir, zira bu durumda O’na yarar sağlama gerekliliği doğar, fiilinin niteliği bundan ibaret olan bir varlık ise muhtaç konumunda bulunur. (Mûtezilî telakkisince) Allah’ın bizâtihi hâlik olduğu sübût bulunca O’nun hâlik olmaması asla mümkün değil demektir, şu halde “niçin (yaratılmıştır)” diye sormak muhaldir, tıpkı “Niçin kudretli olmuş, niçin bilmiştir?” tarzında sormak gibi. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
- c) Bir grup şöyle demiştir: Allah lutûfkâr, fazilet türlerinin hepsine sahip ve kâdir olduğundan, O’nun, lûtfunu bolca vermekle nitelendirilmesi gerekmiştir. Yaratması suretiyle lutûfkâr olacağı bir kâinat bulunmalı ve ona ihsanını yaymalıydı. Hem de O, kâdirdir, fiil meydana getirmeyen bir kudret ise yok demektir. İşte O, bunun için yaratılmıştır. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
- d) Diğer bir grup, “Böyle bir soru imkânsızdır.” demiştir; çünkü bu, O’nun yarattığı şeylerden önce bir illetin bulunmasını gerektirir. Söz konusu illet de ya bir mahlûktur, bu takdirde onu araştırıp sormak bütün mahlûkları irdelemekten farksızdır veya mahlûk değildir, bu durumda da illet, Allah’tan başka ezelde mevcut bir şey olur. En doğrusu biraz önce de anlatıldığı üzere yaratma fiilini bizâtihi yaptığını söylemektir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
- e) Bir grup da fikirlerini şöyle belirtmiştir: “Allah kâinatı niçin yaratmıştır?” sorusu birkaç mânaya gelir. Soru sahibi, “Niçin bu âlemi yarattı da başka türlü bir âlem yaratmadı?” diyebilir. Bu durumda şu anda bulunan âlem hakkındaki soru öbür âlem hakkında da söz konusudur. Yine “Mahlûkatı niçin olduğundan önce bir zaman içinde bulunmak üzere yaratmadı?” tarzındaki sözü de aynı mahiyettedir. Şunun için ki yaratmak zamandan ayrı bir şey değildir, aksine o, mahlûkun var oluşunu haber vermektir, binaenaleyh onun var oluşu zaman(la beraber) olur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Soru sahibi, bu âlemin mahiyetini de konu edinmiş olabilir. Bu takdirde onun sorusu kendisine yönelmiş ve sanki şöyle demiş olur: “Niçin soruyorum, niçin sormayı düşünebiliyorum, niçin akılsız (düşünemeyen) bir varlık olmadım?” Bu ise yanlış bir düşüncedir, çünkü burada kendini soru sormaktan meneden bir yol tutmaktadır. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
- f) Bazıları şöyle demiştir: Allah kâinatı öyle bazı sebeplere bağlı olarak yaratmıştır ki kâinat bu sebeplerden ötürü, bunlar çerçevesinde ve bunlardan sonra vücut bulmuştur. Nitekim yerli yerinde iş gören bütün insanların (hükemâ), fiillerini, ileriye yönelik bazı gayelere bağlı olarak meydana getirdikleri anlaşılmaktadır. Zaten işlediği fiilin neticelerinden habersiz olan ve onu niçin yaptığını bilmeyen her fâil, hakîm vasfından yoksundur. Burada âlemin hangi sebeplerden ötürü yaratıldığı hususunda bazı görüşler ortaya konulmuştur. Diyenler olmuştur ki kâinatın büyük çoğunluğu orada ilahî imtihana tâbi tutulanlar (insanlar ve cinler) için yaratılmıştır. Çünkü ilahî hikmet ancak onlarda zâhir olmakta, yücelik, hükümranlık, azamet ve üstünlük onlarda belirmekte, hikmetle hikmetsizlik onlar sayesinde birbirinden ayırt edilebilmektedir. Hilkatin gayesi sadece onlardır. Diğer mahlûklar onlar için, onların menfaatleri için yaratılmış, onların sınanmasına vesile olmaları ve kılavuzluk etmeleri için vücuda getirilmiş ve emirlerine âmâde kılınmıştır. İmtihana tâbi tutulanlara gelince, bunlar da ibadet için yaratılmıştır ya da kendi öz varlıkları için; övülmeye de, yerilmeye de sebep olacak ve her iki halde kendilerini alakadar edecek bazı sonuçları elde edebilsinler diye. Şüphe yok ki onların yaratıcısı, yaratılışa ait bu her iki gayeden de münezzehtir; çünkü muhtaç olarak yaratılan ve hem kendi ihtiyaçlarının tespiti, hem de bu ihtiyaçların giderilme yollarının tayini şuuruyla mücehhez kılınan yüce Allah değil, onlardır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
- g) Bir zümre de şöyle demiştir: Allah, küllü (varlıkların hepsini) bir sebebe bağlı olarak yaratmamıştır, çünkü “küll”ün dışında başka bir şey bulunamaz ki sebep teşkil etsin. Şu halde Allah, sadece bazı şeyleri sebebe bağlı olarak vücuda getirmiştir. Bu, onun, küllü bir mekânda yaratmamasına benzer, zira “mekân” da “küll” kavramının içinde yer alır. Demek ki Cenâb-ı Hak bazı şeyleri bazı şeyler için yaratmıştır. Herhalde baba-evlât arasındaki münasebet ve (fiillere tereddüp eden) mükâfat ile azap alâkası da bu esasa dayanır. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
- h) Hüseyin (b. Muhammed en-Neccâr) bu sorunun cevabında şöyle demiştir: Kâinat birçok sebepten ötürü yaratılmıştır. Meselâ Allah’ın varlığına kılavuz ve kesin delil olması, ibret ve öğüt, nimet ve rahmet teşkil etmesi, gıda ve ana madde yerine geçmesi, ihtiyaçları giderme vesilesi olması gibi. Kâinatın öyle şeyleri vardır ki biri için nimet, öteki için musibet olsun diye yaratılmıştır. O yine şöyle demiştir: Eğer mahlûkat başlangıçta sadece maslahat ve menfaat gayesiyle yaratılmış olsaydı hiçbir şeyin yaratılışı, olduğundan ne öne alınabilir ne de sonraya bırakılabilirdi. Ayrıca imtihana tâbi tutulanlar yaratılmadan önce hiçbir şey vücuda getirilemez, hiçbir durum bir halden başka bir hale çevrilemez, kâinatta hiçbir artma ve eksilme meydana gelemezdi. Mademki Allah, zihinlerin kavrayamayacağı ve gözlerin idrak edemeyeceği nice yaratıklar vücuda getirmiştir, şu halde yaratılışın yukarıda anlatıldığı gibi menfaate dayalı olmadığı fakat her şeyin kendi yaratılış gayesine uygun bir yere konulduğu, nesne ve olaylara fayda zarar arasında yer değiştirildiği anlaşılmış oldu. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Fakih (rahimehullâh) şöyle dedi: Bu faslın özü şudur: Mademki onların (Mu’tezile) deyişine göre Allah için yaptığından başkası mümkün değildir, şu halde O’nun yaptıklarından hiçbiri tercihe şayan bir durum arzetmez, çünkü O, meydana getirdiği her fiiliyle hikmetsizlik sıfatını sürdürmüş oldu. Yine bu kanaate göre Cenâb-ı Hak yarattığı şeyleri irade ile yapmış değildir, çünkü yarattığından başkasını vücuda getirecek olsaydı bu, fesada vesile olur ve başkasını yararlı ve hayırlı kılmaktan âciz kalmış bulunurdu. Halbuki bu, yergi sıfatının son noktasından başka bir şey değildir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
İddia edildiği üzere Allah için fiilen yarattığından başkası imkânsız olsaydı O, bilfiil yarattıklarıyla fayda sağlamış ve sayesinde övgü ile senâya lâyık olabilmek için onlara muhtaç olmuş bulunurdu. Zira övgü ve senâya bizzat değil de ancak başka bir şeyle lâyık olabilen kimse, bu övgüye hak kazanabilmek için mutlaka ona muhtaçtır, kendi faydasını ondan sağlamaya mecburdur. Karşı görüş sahiplerinin kanaatine göre Allah’ın fiili O’nun zatının gayridir ve Cenâb-ı Hakk’ın o fiili terketmesi mümkün olmadığı gibi ondan başkasını yapması da imkân dahilinde değildir, çünkü o fiilin gayri kendi derecesini alçaltır, O’nu hikmetsizliğe götürür. Şu halde Allah’ın, yaptığı ile fayda sağladığı ve fiili zatının gayri olduğu muarızların iddiasınca sübût bulmuş durumdadır. Bu ise akıl erbabının anlayışına göre ihtiyaç niteliğinden başka bir şey değildir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Emir ile Nehyin Hikmeti
Allah Teâlâ’nın mükellefleri emir, nehiy, özendirme ve sakındırmaya muhatap tutması konusunda daha önce Hüseyin (b. Muhammed en-Neccâr), yetecek kadar açıklama yapmıştır. Ona göre Cenâb-ı Hak, eğitim kabul eden, yarar ve zararını bilen ve algılayabildiği delile dayanarak duyular ötesiyle ilgili konularda akıl yürütebilen bir mükellefler grubu yaratmıştır. Buna rağmen mükellefin bilgiye ilgi göstermemesi, cehaletle karşılaşması, bu sebeple de yalanı ve yergi niteliği taşıyan her türlü eylemi normal sayması, imkân haricinde değildir. Bir de mükellefi yaratan (Allah) bu yaratış safhalarında ona birçok nimet ihsan etmiştir. Nimete teşekkür etmek aklın gereğidir. Yaratıcı, emir ve nehiy yoluyla söz konusu teşekkürün yerine getirilmesini talep etmiştir. Allah, özendirme ve sakındırmasında (va‘d ve vaîd) kendisinin yüceltilmesine teşvik ve hafife alınmasından uzaklaştırma hikmetine de yer vermiş olabilir. Allah Teâlâ, mükellefi, erdemin bütün türleriyle yücelttiği içindir ki bunun mükâfatı (cennet hayatı) sonsuz olmuştur; küfür de isyanın doruk noktasını oluşturduğu için cezası aynı şekilde olacaktır. Yine, iman nihayeti ve tükenmesi olmayan bir tasdik, küfür de nihayetive tükenmesi olmayan bir tekziptir, cezaları buna göredir. Bu sebepledir ki küfür seviyesine çıkmayan günahların bağışlanması mümkündür, çünkü bu, nihayetsiz bir inkâr değildir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Ebû Mansûr (rahimehullâh) şöyle dedi: Bize göre emir ve nehyin hikmeti bunların sahibini tanımaktır. Çünkü Allah, canlıların içinden insan türünü kendisini tanımakla seçkin kılmıştır. Onları kendini tanıma yollarından uzak tutması mümkün değildir, tıpkı yararlı olan bir şeyden uzak tutmasının mümkün olmayışı gibi. Bir de insan aklında her güzel olanı güzel telakki etme ve her çirkini çirkin görme yeteneği vardır. İcraatta da çirkin olanı işlemek nâhoş görünmekte, meşru olanın yapılması ise hüsnükabul görmektedir. Şu halde emrin veya nehyin gerekli olduğu yerde emir vermek ve yasak çıkarmak lâzım gelmiştir. Allah, kendi birliğine ve hikmetine kılavuzluk eden bir âlem yaratmıştır. O’nun, mükellefleri buna vâkıf olmaktan mahrum bırakması düşünülemezdi; zaten bu takdirde âlemi yaratmasının bir mânası kalmazdı. Bir de mükellefiyetin ortadan kaldırılmasında yaratmanın hikmetinin de yok olması söz konusudur, çünkü bu durumda mahlûkat yok olmak için vücut bulmuş demektir. Bir şeyi başka bir şey için değil de sadece bozmak için yapıp kuran kimse abesle iştigal eden ve hikmetten en uzak kalan kimsedir.
İlâhî va‘d ve vaîd, özendirme ve sakındırmaya yöneliktir. Zira bu yöntem olmasa emri yerine getirmenin sağlayacağı yararla ona karşı çıkmanın doğuracağı zarar ortadan kalkar ve yaratıklara ait davranışların bir mânası kalmazdı. İtaat edene yönelecek bir yarar, karşı çıkana da dokunacak bir zarar söz konusu olmayınca emirle nehyin de bir anlamı kalmaz, çünkü bunların ikisi de çıkaranlarının faydasına yönelik değildir. Bu sebeple va‘d ve vaîd, hikmet açısından gerekli olmuştur. Şu da var ki emir ve nehiy yönteminde nefsi itaate zorlama ve insan tabiatını hoşlanmadığı erdemlere sevketme faktörü vardır. Nefis, insan tabiatının hoşlanmadığı şeylerden kaçar. Bu sebeple de bir imtihan dünyasında yaşayan insan nefsini yenmeye, onu istediği ve emrolunduğu yöne çevirmeye, va‘d ve vaîd ilkesini hatırlamaktan başka bir yol bulamaz. Nihayet va‘d ve vaîd ilkesini benimseyen mükellef için erdemlilik yolunda nefsin arzu ettiği şeylerden uzak durmak ve büyük güçlüklere göğüs germek, önemli bir problem teşkil etmez.
Şimdi, insan türü öyle bir yaratılışa sahip kılınmıştır ki sonucunun yararı umulmayan veya zararından sakınılmayan bir fiili işlemeyi mânasız bulur. Şu halde yarar-zarar ilkesi onun davranışlarıyla daima irtibatladırılmalıdır, bu da va‘d ve vaîd yönteminin sağlayacağı bir şeydir. Eğer böyle olmasaydı Allah’ın düşmanıyla dostunun âkıbetleri eşit durumda bulunurdu. Bu iki tip insan, seçenek ve tercihleri açısından farklı olduğuna göre âkıbetlerinin de eşit olmaması gerekir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Cenâb-ı Hakk’ın yararlı davranışlara karşı âhirette vereceği mükâfatın tamamının lutûf olarak telakki edilmesi mümkündür. Çünkü O, dünyada insan gücünün yetişebileceğinin son noktasına kadar teşekkür edilmeye hak kazandığı nimetler ihsan etmiştir. Binaenaleyh âhiretteki mükâfat ilahî lutûf statüsünde kalır. Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanında görüldüğü üzere mükâfatın kat kat arttırılması da aynı durumdadır: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse ona on katı verilir. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.” Burada Allah Teâlâ, kötülük ve günah konusunda hikmetin gerektirdiği denk bir cezadan söz etmiş, iyiliğin mükâfatını ise lutûfkârlığın gerektirdiği katlanma ile tespit etmiştir, çünkü mükâfatlandırmada hareket noktası lutûfkârlıktır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Buraya kadar anlattıklarımız emirle nehyin gerekliliğini dile getiren hususlardan aklımızın erişebildiği şeylerdir. Şunu da ilâve etmeliyiz ki peygamberlerin Allah’tan alıp getirdikleri emirle nehiylerin bizzat kendi muhtevalarında akıllarımızın anlamaktan âciz kaldığı (nice) hikmetin büyüklüğüne hükmetmeyi gerekli kılacak hususlar vardır. Bir de şu: Akıl, kendisinin kullanılmasının ihmal edilmesine karşı bir direniş temayülüne sahiptir, tıpkı çeşitli yararlara sebep teşkil eden organların çalışmaz halde bırakılmasının doğru olmayacağı gibi; işte akıl da böyledir. Aslında daha önce diğer organlar hakkında zikrettiğim hususlar da fonksiyoner olmanın gereği ve işaretidir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.