Riya “gösteriş” demektir. Dinde, “Âhiret ameliyle dünya menfaati gözetmek.” diye tarif edilir. “Âhiret ameli”nden maksat ibadettir: Sözle, bedenle ve servet yoluyla yapılan bütün ibadetler. İbadet yalnız Allah’a yapılır, O’nun rızası için yerine getirilir. Biz müslümanlar günde kırk defa bu gerçeği tekrar ederiz: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” diye.
Müslüman, meselâ namaz kılarken, zekât verirken, Kur’an okurken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor, ne çok zekât veriyor, ne güzel Kur’an okuyor!” denilmesini aklından geçiriyor, bunu hareket noktalarından biri olarak kabul ediyorsa riyaya düşmüş olur. Resûl-i Ekrem riyayı “küçük şirk” (şirk-i asgar) kabul etmiş ve ümmeti hakkında en çok korktuğu şeylerden biri olduğunu söylemiştir.
İbadet “tapmak, boyun eğmek, itaat etmek”, başka bir deyişle “zihnini ve gönlünü teslim etmek” demektir. Bu, insan için düşünülebilecek en büyük cömertlik, en büyük fedakârlıktır. Böylesi ancak en büyük varlık olan Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası için ifa edilir; sadece O’na sunulursa sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya yükseltir; dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.
Bir gün bir sahâbî Resûlullah’ın huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın elçisi! Ben Allah rızası için savaşlara katılıyorum, fakat insanlar tarafından takdir edilmemi de arzu ediyorum. Buna ne dersin?” diye sorduğunda Hz. Peygamber cevap vermeden şu âyet-i kerîme geldi:
“Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa doğru dürüst davranışlar sergilesin. Rabbine ibadet ederken hiçbir kimseyi O’na ortak tutmasın.”
Riya veya gösteriş, “ibadet” gibi yüksek bir duygu ve yüce bir davranışı samimiyetten (ihlâs) yoksun kılar, menfaate alet eder. Servet veya şöhret diye isimlendirebileceğimiz menfaate, başka bir deyişle şu üç günlük dünya hayatının cazibesine kapılanlar, ya servetten ibaret maddî menfaate veya şöhret ve nüfuzdan ibaret bulunan mânevî menfaate kurban olurlar.
“Her ümmetin bir fitnesi (imtihanı) vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır.” buyuran Resûl-i Kibriyâ, servet düşkünlerine şöyle beddua etmiştir:
“Dinarın ve dirhemin, kadifenin ve işlemeli elbiselerin kulu olana yazıklar olsun! (Böyle bir kişiye) bir şey verilirse memnun olur, verilmezse hoşnut olmaz. Kahrolsun, boynu altında kalsın! Bir yerine diken battığında çıkaranı olmasın!”
Allah’tan başka tanrı edinmek suretiyle büyük şirke düşenler de, çoğu zaman, tevhit inancına menfaatleri yüzünden karşı çıkmışlardı. Resûlullah devrindeki Mekke müşriklerinin İslâm’a karşı direnişi nedendi? 360 putla dolu bulunan Kâbe’nin, Mekke’yi bir dinî turizm şehri haline getirmesi, bunun sağladığı servet ve şöhret. Kureyş eşrafı müslüman olmak suretiyle bu avantajlarını yitirmek istemiyorlardı. Bugün de durum aynıdır. Tevhit inancından ayrılanlar, Allah’tan başkasına insan üstü saygı gösterenler, onları itiraz edilmez hatasız kişiler olarak ilân edenler cehaletin ve bir de şuurlu veya şuursuz servet ve şöhret gibi menfaatlerinin itişleriyle hareket ederler. Böyleleri için Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Onlar kendileri için şeref ve güç kaynağı olsun diye Allah’tan başka birtakım tanrılar edindiler. Hayır hayır, o tanrılar ibadetlerini tanımayacak ve onlara düşman kesileceklerdir.”
Şirkin küçüğü de büyüğü de çirkindir, fert hayatı için de toplum hayatı için de felâkettir. Müslümana, onun değerli şahsiyetine, yüce davasına yakışmayan bir davranıştır.
“Allahım! Bilerek sana bir şeyi ortak koşmamdan sana sığınırım. Bilmediğim hatalarımın bağışlanmasını da senden dilerim. Bütün gizlilikleri bilen sensin, yalnız sen!”