İslâmiyet sevgi üzerine kurulmuş bir dindir. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın dini yayma çalışmalarında bağlı kaldığı hareket noktasını belirten âyet-i kerîme, müslümanlar arasında levha haline gelmiştir:
“Ey Muhammed! De ki: Ben tebliğ görevime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, sadece yakınlık ve dostluk bağları içinde sevgi bekliyorum.”
Her insanın sevdiği, hürmet gösterdiği kişiler vardır. İnsan, hemcinsinden başka tabiatı, tabiat nesnelerini de sever. Ancak müslümanın, Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı, beşeriyet ve yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçemez: Din âlimi, mezhep imamı, tarikat şeyhi, lider, anne baba, evlât, eş, dost gibi. Bunların hiçbiri müminin kalbinde Allah sevgisine ortak olamaz, Allah’a gösterilecek tâzime konu teşkil edemez; Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı müminin kalbi fânilere esir olamaz.
Bu temel prensibe bağlı olarak hiçbir insan, Allah’ın haram kıldığını helâl konumuna getiremeyeceği gibi O’nun helâl kıldığını da haram diye ilân edemez. Kimse dinde olmayan bir şeyi ona ilâve edemez, dinde olanı da ondan çıkaramaz. Yahudi ve hıristiyanların, din adamlarını rab edindiklerini beyan eden âyet-i kerîmeyi Peygamber efendimiz şöyle tefsir etmiştir: “Gerçi yahudilerle hıristiyanlar din adamlarına tapmamışlardır. Fakat yahudi bilginleriyle hıristiyan rahipleri dindaşlarına helâli haram, haramı da helâl kılıyor, onlar da bunu kabul ediyordu.”
Müslüman, düşüncelerinde, duygularında ve davranışlarında hem şuurlu, hem de samimi olmalıdır. Şimdi soralım:
– Müslüman niçin Allah’tan başkasını yüceltir, ona hürmet gösterir?
– Onu yüceltilmeye, hürmet gösterilmeye lâyık gördüğü için.
– Peki, kâinatın efendisi, peygamberlerin sonuncusu, insanlığın kurtarıcısı Muhammed aleyhisselâmdan da mı üstün?
– Hayır! Hiçbir müslüman böyle bir düşünceye sahip olamaz.
Kur’an âyetleri, Muhammed aleyhisselâmın bizim gibi bir insan olduğunu, vahiy almaktan başka bir ayrıcalığının bulunmadığını ısrarla haber veriyor:
“De ki: Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Şu kadar var ki Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu gerçeği bana vahyedilmektedir.”
Siyer ve İslâm tarihi kitapları, hatta yabancı kaynaklar, son peygamberin hayatını ince noktalarına kadar tespit etmiştir. Bütün kaynaklar onun tevazuunda ittifak etmekte, kendisine aşırı hürmet gösterilmesine müsaade etmediğini yazmaktadır. O, kendisine secde edilmesine izin vermemiş, huzurunda konuşan bir sahâbînin, söz sırasında Allah ve resûlünü andıktan sonra “… o ikisi …” mânasına ikili (tesniye) zamir kullanmasını tasvip etmemiş, bir topluluğun yanına gittiğinde kendisi için ayağa kalkılmasını yasaklamış, yanına giren bir zatın, heybetinden titremesi karşısında şöyle demiştir:
“Sakin ol, ben kral değilim, sadece (güneşte) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Hatta ona aşırı bir tâzim edası içinde “Efendimiz! Efendimizin oğlu!” tarzında hitap edilince, “Ey insanlar! Takvâdan ayrılmayın, şeytana aldanmayın! Ben sadece Abdullah oğlu Muhammedim, Allah’ın kulu ve elçisiyim. Yemin ederim ki, beni Cenâb-ı Hakk’ın oturttuğu mertebenin üstüne çıkarmanızı asla istemem.” şeklinde karşılık vermiştir. Bir başka rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Efendi (seyyid), hepimizin efendisi olan Allah’tır.”
İki cihan peygamberi gerek hayatında, gerek ölümünden sonra şahsı etrafında herhangi bir aşırılığın oluşmasına fırsat vermemiş, bu konuda da ümmeti için örnek olmuştur. Aslında “efendi” (seyyid) kelimesi Arap dilinde yerleşmiş ve hürmet gösterilen, büyük tanınan kimseler için normal olarak kullanılagelmiştir. Ancak özellikle İslâmiyet’in ilk devirlerinde ve söyleyenin özel durumuna göre aşırılıklara sebep olacak, sonraki nesillere intikal edebilecek her ihtimalli ifade menedilmiş, bu konuda titizlik gösterilmiştir. Son peygamberin, son nefeslerini yaşadığı sırada tekrar ettiği şu söz de aynı inceliği taşımaktadır:
“Peygamberlerinin kabirlerini tapınak edinen yahudi ve hıristiyanlara Allah lânet etsin!”
Hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmıştır. Kur’ân-ı Kerim ise Îsâ’nın da, annesi Meryem’in de insan olduklarını, insanlar gibi yemek yediklerini ifade etmiştir. Aynı hataya Asr-ı saâdet müşrikleri de düşmüş ve “Bu nasıl peygamber ki (tıpkı bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor.” demiştir. Kur’an ise bütün peygamberlerin bu tür beşerî vasıflar taşıdığını haber vermiştir. Resûl-i Ekrem de şöyle buyurmuştur: “Ben bir kulum. Her insan gibi yer, her insan gibi otururum.” Yine o şöyle buyurmuştur:
“Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı bir şekilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple Allah’ın kulu ve resûlü, deyin.”
Müslümanın nazarında hiçbir insan peygamber derecesine çıkamayacağına, peygamberlere bile insan üstü bir özellik nispet edilemeyeceğine göre hiçbir kimsede insan üstü bir kuvvet düşünülmeyecek, sadece Allah’a sunulabilecek tâzim ve hürmet, O’ndan başka kimseye gösterilmeyecektir. Her müslüman, düşünce ve duygu hayatında daima bu şuuru muhafaza etmek, sözlerinde ve hareketlerinde tedbirli olmak mecburiyetindedir. Nezaket kurallarını yerine getireceğim diye aşırı derecede eğilmek, saygıda kusur etmeyeceğim diye taparcasına davranmak, türbe ve kabirlere karşı aşırı hürmet göstermek, bunların üzerinde namaz kılmak, yatırlardan medet ummak saf tevhit inancına ve İslâm şahsiyetine yakışmayan hareketlerdir. Bundan başka “yaratmak, diriltmek” gibi Allah’a mahsus fiil ve sıfatları O’ndan başkasına nispet etmek -dış görünüşü itibariyle de olsa- tevhit prensibini zedeleyen şeylerdir.
Tabiatı Yüceltme (Kutsama)
Tabiat, Allah’ın sanat eseridir. Karıncasından galaksisine kadar birçok güzelliğe, harika denecek özelliklere, eşsiz âhenk ve inceliklere sahiptir. Ama hepsi büyük yaratıcının mahlûkudur, onun emrindedir. İnsan da O’nun mahlûkudur. İnsan, kâinatın efendisidir, ondan üstün, ondan değerlidir, insan tabiat için değil, tabiat insan için yaratılmıştır. Yer, gök, ay, güneş, yıldızlar bütün tabiat insanın emrine, insanın hizmetine verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir şey kutsiyet taşımaz. Bizim bazı şeylere kutsiyet nispet etmemiz sadece mecazî ve itibarî bir mahiyet arzeder. İnsandan başka her şey yaratana kılavuzluk, yaratılmışa hizmet ettiği ölçüde değer ifade eder, insan da rabbini tanıdığı nispette.
Kâbe, Hacerülesved, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ müslümanların hayatında gördüğü vazifeler ve taşıdığı hâtıralar açısından kıymet taşır, kendi yapıları, maddeleri ve hacimleri bakımından değil. Hz. Peygamber’in hırkası ve sakalı da böyledir. Şu halde bunlara ve diğer herhangi bir şeye yaratılmışlık ötesi bir özellik, bir yücelik ve bir kutsiyet nispet edilemez.
Bu türden olmak üzere Allah’tan başka herhangi bir şey üzerine yemin edilemez hatta milyarların kıblesi olan Kâbe üzerine de yemin edilmez, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Yemin etmek isteyen Allah’a yemin etsin, aksi takdirde sussun.”
Hz. Ömer’in Hacerülesved için söylediği şu söz de konuya ışık tutmaktadır: “Senin, zararı ve faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum. Resûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim.”
İnsanlar içinde yıldızlara tapanlar, kâinatı yıldızların idare ettiğine inananlar olmuştur. Tabii, bu da bâtıl bir inanç ve isabetsiz bir düşüncedir. O halde fal açtırmak, yıldızlardan ve burçlardan hüküm çıkarmak, dış görünüşüyle şirk kokusu taşıyan mantıksız şeylerdir. Peygamber efendimizin oğlu İbrâhim’in öldüğü gün güneş tutulmuş, bazı müslümanlar bunun İbrâhim’in ölümü sebebiyle meydana geldiğini zannetmişti. Durumdan haberdar olan Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Güneş ve ay kimsenin ölmesi veya yaşaması sebebiyle tutulmaz. Onlar Allah’ın (varlık ve birlik) âyetlerinden iki âyettir. Tutulduklarını gördüğünüzde namaz kılın, dua edin.”
Cenâb-ı Hak, insanlığa gönderdiği son peygamber Muhammed aleyhisselâma, davet ve tebliğinin dayandığı esası şöyle ilân etmesini emretmiştir:
“De ki: İşte benim yolum! Ben insanları körü körüne değil, basiret ve şuur içinde Allah’a çağırıyorum; ben de bana uyanlar da böyleyiz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.”
İslâmiyet basiret dinidir. Müslüman, basireti açık olan insandır. Dini ve dindarlığı fevkalâde hadiselerde, sihirli ve mûcizeli görünümlerde aramaz, vahyin aydınlattığı akıl yoluyla açıklanamayan konuları dinden saymaz, bu tür dedikoduları iman sahasına yaklaştırmaz. Bu neviden olmak üzere bazı günleri uğursuz saymak, göz ve kaş seğirmesinden, karga ve benzeri hayvanların ötmesi ve ses çıkarmasından, köpeğin filân yerden geçmesinden sonuç çıkarmak, özellikle kötüye yormak, İslâm’ın ve tevhit inancının kabul etmeyeceği hususlardır.