İslam’da bilgi nedir? Bilginin imkanı nedir? İslam’da ve Kuran’da bilginin anlamı ve yorumu nedir?

Akait ve kelâm âlimleri, nesnelerin (eşya) sabit bir gerçekliğinin bulunduğunu ve bunun bilinmesinin mümkün olduğunu kaydederler. Çünkü varlık ancak bir hakikate sahip olunca bilginin konusu olabilir. Varlık ile bilgi arasındaki bu sıkı ilişki sebebiyle akait ve kelâm âlimleri varlık meselesiyle ilgilendikleri gibi, bilgi meselesiyle de ilgilenmek durumunda kalmışlardır.

Genelde ilim “bilen ile (süje) bilinen (obje) arasında bağ kurma” şeklinde tanımlanır. İlmi “sahibine, aklın ve duyuların sahasına giren her şeyi (mezkûr) açık hale getiren sıfat” diye tanımlayan Mâtürîdî’nin tanımı, buna yakın muhtevaya sahiptir. Bu tanımda da “bilinen şey (mezkûr)”, “bilen kişi” ve “bilme fiili” olmak üzere üç unsurdan söz edilmektedir. Bazı kelâm âlimleri tarafından ilmin “mâlûmun olduğu gibi açıklanması, mahallinin âlim olmasını gerektiren sıfat” (Eş‘arî) ve “bir şeye olduğu gibi inanma” (Mu’tezile) şeklinde tarifleri yapılmış olmakla birlikte en kapsayıcı tanım Mâtürîdî’nin tanımıdır.

Bilgi ya mutlak olur ki bu, eşyayı doğrudan ve olduğu gibi bilmektir, ya da izâfî olur ki bu da varlıkları dolaylı yani bilgi vasıtalarıyla bilmektir. Allah’ın bilgisi mutlak, bizim bilgilerimiz ise izâfîdir. Bu sebeple Allah’ın bilgisi kadim, doğrudan, sonsuz ve sınırsızdır. Bizim bilgimiz ise dolaylı, sonlu, sınırlı, verilmiş veya kazanılmıştır.

Allah Teâlâ’nın varlık âlemine çıkardığı insan başlangıçta hiçbir şey bilmezken, onu Cenâb-ı Hak bilip öğrenebileceği yeteneklerle donatmıştır.

“Allah sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

Aynı husus Mülk sûresinde ise şu şekilde ifade edilir:

“De ki: O, sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve kalpler verendir.”

Bu duruma göre yaratılıştan bilme ve öğrenme yeteneğine sahip insan için ilahî veya beşerî ayırımı yapılmaksızın bilginin imkânı söz konusudur. Allah, insanın bilip öğrenmesi için dış dünyada ve kendi içinde kendisine işaret eden deliller yaratmıştır. Söz konusu delillerle dinî bilgi arasında da sıkı bir ilgi vardır. Kelâm ilminin amacı bu irtibatı kurmaktır. Kelâm âlimlerinin eşyanın hakikatine ilişkin bilgilere önem vermelerinin sebebi de onu bu amaca götüren bir vasıta olarak görmeleridir.

Biz Allah’ı dolaylı yoldan bildiğimize göre, bu bilgiyi bize veren, gördüğümüz âlemdir. Eşyanın bilinmesinin mümkün olmaması halinde Allah’ı bilmemiz imkânsız olacaktır. Eşyanın (dış gerçeklik) bir hakikati vardır ve insan için onun bilgisine erişmek mümkündür. Eğer söz konusu dış âlem ârızî ve hayalî şeylerden ibaret sayılır ve bilginin imkânı reddedilirse, başta Allah inancı olmak üzere itikadın temellendirilmesinin bir dayanak noktası kalmaz. Bu sebeple eşyanın hakikatinin bulunduğunun ve onun bilinmesinin mümkün olduğunun ortaya konulması gerekir.

Kelâm âlimleri, ilmin mümkün olup olmadığını kabul etmeleri bakımından insanları iki gruba ayırmakta, bilginin imkânını reddedenlere sofist (Sûfestâiyye/Hisbâniyye), onun mümkün olduğunu savunanlara da ehl-i hak (Îkâniyye/varlığın kesin olarak bilinebileceğini savunanlar) demektedir. Kelâmcılar bu ayırımda kendilerini ehl-i hak olarak görmüşlerdir. Kelâm âlimlerinin bu tutumu Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşımına da uygundur.

Kur’an’da ilmin imkânı kabul edilerek ulaşılan kesin bilgiye “burhan, sultan, ilim” gibi kavramlar kullanılırken; ilme ters düşen tutumlar için de “zan, hars (), kuruntu, cehl” kelimeleri zikredilir. İnsanı bilen, düşünen, varlıkları isimlendiren biri olarak nitelendiren Kur’an, bilenleri över, bilgisizleri ve doğru bilgi olmaksızın hüküm verenleri ise yerer.