Peygamberlerin sıfatları, nübüvvete iman konusu içinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü insanlar çoğu defa kendi temayül ve düşüncelerinin tesiri altında peygamberler hakkında yanlış inançlar ileri sürmek suretiyle hak yoldan uzaklaşmaktadır. Nitekim yahudi ve hıristiyanların bazı peygamberlere, ilâhlığa varan beşer üstü vasıflar atfetmeleri bunu kanıtlamaktadır. Bireylerin yanı sıra toplumların da bu tür hatalara düşmesini önlemek amacıyla İslâm dininde peygamberlerin vasıf ve konumları hakkında âlimler tarafından tatminkâr açıklamalar yapılmıştır. Allah elçilerinin söz konusu özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:
Beşer Olmak ve Beşerî Nitelikler Taşımak
Peygamberin temel vasıflarının başında onların beşerî niteliklere sahip olması ve ulûhiyyet niteliklerinden herhangi birini taşımaması yer alır. Literartürde zikredilmemekle birlikte beşer kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’in on civarındaki âyetinde Allah elçilerine ait temel bir vasıf olarak yer alır. Kur’an’da Hz. Peygamber’den hissî mûcize talebinde bulunanlara cevap verilirken şöyle buyurulmuştur:
“De ki: Tenzih ederim rabbimi. Ben peygamber olan beşerden başka biri miyim?”
Bütün peygamberler, kendilerini Allah’ın kulu olarak tanıtmıştır. Onlar da diğer insanlar gibi bir anneden doğar, yemek ve içmekle beslenir, evlenme ihtiyacı duyar ve evlenir, çocuk sahibi olur, tabiat şartlarından etkilenir, hastalanır ve ölür. Bunlar, peygamberlerin bütün insanlarla ortak özellikleri olup, beşer olmalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Allah’ın insanlara gönderdiği elçiler olduklarından peygamberlerin insan statüsünde bulunmaları tabiidir, çünkü insan, ancak insanla ülfet eder, onunla ilişki kurar ve onun örnekliğini kabul eder.
Bununla birlikte peygamberler insanları eğitmek ve onlara önderlik yapmakla görevlendirildikleri için beşer oluşlarını ortadan kaldırmayan bazı üstün niteliklere sahip kılınmıştır. Ruhî melekeler bakımından akıllı, zekî, üstün ahlâklı oluşları, fizikî bünyeleri itibariyle eksiklik ve kusur taşımamaları, bu niteliklerin başında yer alır. Sundukları ilahî mesajları yeterince anlatabilmeleri ve çok tartışmacı bir karakter taşıyan insanlarla mücadele edebilmeleri için bedenî bakımdan kusursuz ve mükemmel, ruhî bakımdan tartışmalarda delil getirebilecek üstün zekâya ve erkin akla sahip olmaları şarttır. Hz. İbrâhim’in Nemrud’u tartışmada mağlûp eden deliller getirmesi ve puta tapmanın anlamsızlığını göstermek üzere zekice bir plan kurması, bu konuyla ilgili çarpıcı örneklerdendir.
Peygamberleri diğer insanlardan farklı kılan şey, vahiy almalarına imkân verecek ve ilahî elçilik görevini yerine getirmelerini sağlayacak bir yaratışa sahip kılınmalarıdır. Kur’an’da peygamberlerin diğer insanlar gibi bir beşer olduğu belirtilmiş, fakat farklı olarak onlara vahiyler verildiği ifade edilmiştir.
Peygamberler, duyular ve akıl yoluyla bilinemeyecek bilgileri ancak Allah’tan aldığı vahiylerle bilebilirler. Vahiy almadıkları takdirde gaybı bilebilmeleri mümkün değildir. Önemine binaen Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın bildirmesi hariç, peygamberlerin birer insan olarak gaybı bilmedikleri belirtilmiştir. İlgili âyetlerin biri şöyledir:
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum; ben gaybı da bilmem.” Vahiy almaya elverişli bir tabiatta yaratılmalarına rağmen onlarda hiçbir ilahî güç yoktur. Hz. Peygamber de insanlar arasında hüküm verirken tarafların kendisine yaptıkları beyanları esas aldığını belirterek gaybı bilmediğine dikkat çekmiştir.
Peygamberlerin vasıflarından biri de erkek olmalarıdır. Kur’ân-ı Kerim’de onlardan bahsedilirken “erkekler” diye söz edilmiştir.
Kur’an’da Âsiye ve Meryem gibi bazı peygamber annelerine Allah’ın bilgiler vahyettiği ifade edilmişse de peygamberlerin aksine bunların aldıkları bilgiler sadece kendilerine yönelik olup, başkalarına tebliğ etmekle görevlendirilmemişlerdir. Aldıkları vahiyleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirilenler sadece peygamber olanlardır ve onlar da, âyetlerde peygamberliği erkeklere münhasır kılan ifadeden anlaşılacağı üzere, “yalnızca erkekler”den gönderilmiştir. Kadınlardan peygamber seçilmemesi, onların, erkekler kadar zorluklara katlanamayacak bir fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip kılınmaları sebebiyledir. Peygamberlik ise büyük zorluklara katlanmayı gerektirecek çok ağır bir görevdir.
Allah Teâlâ Tarafından Seçilmek
Peygamberler, Cenâb-ı Hak tarafından seçilmiş kimselerdir. Istıfâ tabiriyle ifade edilen bu özelliğe göre hiçbir kimse kendi çabasıyla peygamberlik mertebesine ulaşamaz. Meselâ iyi bir insan olmak, üstün ahlâka erişmek ve çokça ibadet etmek suretiyle peygamber statüsü kazanılamaz, çünkü nübüvvet mertebesi kesbî değil, vehbîdir. Yüce Allah, peygamber olan kişiyi ruhî ve fizikî yapısı itibariyle bu göreve elverişli bir şekilde yaratmış ve elçisi olarak seçmiştir.
Peygamber olacak insanın, bu görevi yerine getirebilmesi için beşerî zaaflara yenilmemesi ve ilahî uyarılara anında uyacak bir yapıya sahip bulunması gerekir. Allah elçilerinin tamamı iyilik yapan, her türlü kötülük ve yalandan kaçınan, dürüst, üstün ahlâklı, doğruluk timsali ve faziletli kimselerden oluşmuştur. Nübüvvet, veraset yoluyla da babadan oğula intikal etmez. Hz. Nûh’un oğlunun Hz. İbrâhim’in babasının inkârcılardan olması, bunun açık bir kanıtıdır.
Günah İşlemekten Korunmak
Her konuda, özellikle tebliğ ettikleri ilahî buyruklara uymak hususunda örnek olmakla görevlendirilen peygamberlerin günah işlemesi, iradeleri devre dışı bırakılmadan Allah tarafından uyarılmak suretiyle engellenmiştir. Literatürde ismet kavramıyla ifade edilen bu özelliğe göre Allah elçilerinin bütün fiilleri gözlem altında tutularak günaha meyletme durumunda uyarılır, onlar da derhal bu temayülü terketmek suretiyle günah işlemekten korunurlar.
Zira nübüvvetle görevlendirildikleri andan itibaren ilahî bir koruma altına alınan peygamberlerin iyilik yapıp kötülüklerden kaçınmaları, vahiylerin belirlediği her hususta ilahî buyruklara uyarak insanlara önderlik yapmaları ancak bu sayede mümkün olur. Buna göre ismet, “Allah’ın, peygamberi kendi iradesiyle itaat etmeye yöneltip günah işlemekten sakındıracak lütfa mazhar kılmasıdır.” diye tanımlanabilir. Peygamberler de imtihana tabi tutulduklarından günah işlemekten korunmaları, iradeleri devre dışı bırakılmadan gerçekleşir.
Beşeriyet vasfı taşımalarının tabii bir sonucu olarak peygamberler de hata edebilir. Çünkü hatasızlık sadece Allah’a ait bir niteliktir. Onların hatalı davranışlara yönelmeleri durumunda Allah tarafından uyarılmaları, ilahî hikmetin gereğidir. Hz. Yûsuf’un Allah’ın işaretini (burhan) görmesi sayesinde Züleyha’ya arzu duymaktan vazgeçmesi ve Hz. Peygamber’in vahiyler konusunda müşriklerin sözlerine meyletmekten Allah’ın, kalbini sâbit kılması sayesinde kurtulması ismetin Kur’an’da yer alan delillerini teşkil eder. Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre peygamberler küfre düşmekten, vahiyleri tebliğ edip uygulamada hata etmekten ve yalan konuşmaktan korunmuştur.
Hz. Âdem’in ilahî buyruğa uymayarak yasak ağaçtan yemesi ve Hz. Mûsâ’nın kastını aşan bir şekilde adam öldürmesi, peygamber olarak görevlendirilmeden önceki dönemde vuku bulmuştur. Hz. İbrâhim’in putları kırdığı halde kırma işini putların yaptığını söylemesi, onların ilâh olamayacaklarını kavmine itiraf ettirmeye yönelik bir tutumun sonucudur.
Ilahî koruma ve gözetim altına alındığından itibaren hiçbir peygamber, kasıtlı olarak ve bilerek günah işlememiştir. Küçük bir muhalefet dışında âlimler bu konuda ittifak etmiştir. Uygulamada içtihada dayalı olarak düştükleri bazı küçük hatalar ve sehven yaptıkları yanlışlıklar karşısında uyarılarak hatadan dönmeleri sağlanmıştır.
Hz. Nûh’un, babalık duygusunun etkisiyle kendisine iman etmeyen oğlunu boğulmaktan kurtarmak için gemiye almak istemesi; Hz. Yûnus’un, kavmine kızarak ilahî emri beklemeden onlardan uzaklaşması; Hz. Dâvûd’un, haklarında hüküm verdiği iki kişiden sadece birini dinleyip diğerini dinlemeden hüküm vermesi; Hz. Peygamber’in, Tebük Seferi’ne çıkarken özür beyan eden münafıklara, doğru söyleyip söylemediklerini araştırmadan izin vermesi, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırması ve bazı konularda insanların telkinlerinden nerede ise etkilenecek hale gelmesi Allah elçilerinin ilahî uyarı almaları sonucunu doğuran hatalardandır.
Kelâm âlimleri bu tür davranışları zelle kavramıyla ifade etmiştir. Zelleler istisna edilecek olursa peygamberlerin, “üstün ahlâklı hidayet önderleri” vasıflarıyla diğer insanlardan temayüz ettikleri görülür. Zaten onların getirdikleri mesajların insanlar üzerinde etkili olmasının başka bir yolu da yoktur. Teorik olarak günahtan korunmaları gerektiği gibi pratikte de bunun gerçekleştiğini, hayat hikâyelerini inceleyerek anlamak mümkündür. İsmet sıfatı sadece peygamberlere aittir. Allah Teâlâ, sâlih müminleri takvâ yolunda başarılı kılmasına ve hidayet üzere yaşamalarına yardım etmesine rağmen onlara, ismet sıfatını lutfetmemiştir.
Zira sâlih ve müttaki müminler peygamberlerle aynı statüde değildir. Tebliğ ettikleri vahiylere bütün insanların uyması farz kılındığından peygamberlerin günah işlemekten korunmaları ilahî hikmetin bir gereğidir. Müttakilerin ise vahye mazhar olması söz konusu değildir, onlar da peygambere tâbi olmakla yükümlüdür.
Doğru Sözlü ve Güvenilir Olmak
Dinî kaynaklarda bu iki özellik sıdk ve emânet kavramlarıyla ifade edilir. Sıdk “sözde ve fiilde doğruluk”, emânet ise “her konuda insanlara güven vermek” demektir. Kur’an’da peygamberler sıddîk ve emîn kimseler olarak nitelendirilmiştir. Onlar, gerek peygamberlik görevlerini yerine getirmekte, gerekse insanlarla giriştikleri dünyevî ilişkilerde güvenilir kimselerdir. Zira bir peygambere emanete hıyanet yaraşmaz, emanete hıyanet eden kimse kıyamet günü yaptığı hıyanetin günahını boynunda taşır.
İnsanlara örnek olmakla görevlendirilen ve bu amaca uygun olarak günah işlemekten korunan peygamberlerin güvenilir kimseler olması, sistemin tabii bir sonucudur. Onların insanlara her konuda güven veren kimseler oldukları hem nasslarla sabittir, hem de âlimlerin yanı sıra inanan-inanmayan herkesin ortak bir kabulüdür.
Vahiy Almak ve Vahiyleri Tebliğ Etmek
Peygamberin en temel vasfı Allah’tan vahiy alması ve bu vahyi insanlara tebliğ etmesidir. Onun vahye muhatap olması, iradesi dışında bir olay olup, başkaları tarafından tecrübe edilemez. Peygamber, aldığı vahiylerin Allah tarafından kendisine verildiğini, yaşadığı ruhî tecrübe sayesinde kesin bir şekilde bilir.
Allah elçilerinin mazhar oldukları vahiyleri eksiksiz bir şekilde tebliğ etmeleri onlara verilmiş temel görevlerden biridir. Bunu yerine getirmekte herhangi bir gevşeklik göstermeleri veya bir ihmalde bulunmaları görev ve konumlarıyla bağdaşmaz. Kur’ân-ı Kerim’de 332 defa tekrarlanan ve “Ey peygamber: De, söyle!” anlamına gelen “kul” ( ) kelimesi, bu konuda çok zengin bir muhtevaya sahiptir. İlgili âyetlerden biri şudur:
“Ey resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer yapmazsan O’nun elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Allah elçileri bu uğurda mücadele ederken kimseden korkmazlar, hiçbir gevşeklik ve zaaf göstermezler. Vahyin tebliğ edilip anlaşılabilmesi hikmetine bağlı olarak her peygambere, içinde yaşadığı toplumun konuştuğu dilde vahiy gelmiştir.
Mûcize Göstermek
Peygamberin bir özelliği de hitap ettiği insanlara mûcize göstermesidir. Zira nübüvveti kanıtlamanın mûcize gösterme dışında bir yöntemi de yoktur. Benzerini hiçbir insanın göstermesi mümkün olmayan ve tabiat kanunlarını aşacak şekilde gerçekleşen mûcize, Allah’ın yarattığı bir olay olması açısından nübüvvet ve risâleti kanıtlar.
Mûcize, aynı zamanda gerçek peygamberle sahte peygamberi ayırt etmenin kanıtıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Esved el-Ansî, Tuleyha b. Huveylid ve Müseylime gibi sahtekârların türediği ve günümüz de dahil olmak üzere sonraki zamanlarda sahte peygamberlerin ortaya çıktığı bilinmektedir.
Salât ve Selâmla Anılmak
Peygamberlere has özelliklerin sonuncusu salât ve selâmla anılmak ve övülmektir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e salâtüselâm getirilmesinin emredilmesi bunu doğrulamaktadır. Bütün müminlere dua edilmesi ve haklarında istğfarda bulunulması emredilmekle birlikte onlara salâtüselam getirilmez. Salâtüselâm ile anılmak sadece peygamberlere ait bir özelliktir.