İslam evliya dini midir? İslam’da keramet var mıdır? İslam’da şifre ve gizem var mıdır? Evliya dini nedir?

İslam’ı gizemli, sırlı, gerçek dışı ve herkesin vakıf olamayacağı bir din ve inanç sistemi haline getirmeye çalışan kişi ve çevrelerin aksine İslam gerçekliğe son derece uygun ve herkesin anlayabileceği şekilde apaçık ilkeleri olan bir dindir. İslam’ı gizemli bir din olarak göstermek isteyen genellikle tasavvuf anlayışa sahip kişi ve çevrelerin kendilerine dayanak olarak sundukları şeyler keşf, ilham ve rüyalar üzerinden edinilen bilgiler ve kerâmet iddialarıdır. Oysa Kuran’a göre rüyanın kendisi mutlak anlamda bir bilgi kaynağı değildir. Gerek bilimsel gerekse dini açıdan neden rüya gördüğümüz ya da rüyalarımızın ne anlamlara geldiğini mutlak manada bilmemiz mümkün değildir. Rüyalar tamamen kişisel bir tecrübedir. Başkalarına anlatılan kısmı sadece hatırlandığı ve ifade edilebildiği kadarki kısmıdır. Rüyalardan gerçek hayata dair mutlak bilgiler çıkarmak mümkün değildir. Çünkü yukarıda da dikkat çekildiği gibi rüyanın kendisi bir bilgi kaynağı değildir. Rüyaların bir şekilde yorumlanabilmesi ayrı bir şey yorumlanan şe yin doğru olup olmaması ayrı bir şeydir.

Geçmişten günümüze bazı kişi ve çevreler özellikle rüyalarında Allah’ı ya da Peygamberimiz gördüklerini iddia etmişler veya Allah tarafından özel görevlendirildiklerini ya da Peygamberimiz tarafından kendilerine birtakım talimatlar verildiğini söylemişlerdir. Hayatında Peygamberimizi görmemiş bir kişinin rüyasında Peygamberimizi gördüğünü iddia etmesi dini açıdan da teknik açıdan da mümkün değildir. Peygamberimizi ancak yaşarken onu gerçekte görmüş olan insanlar rüyalarında görebilirler. Peygamberimizin bir resmi ya da videosu olmadığı için onu yaşarken hiç görmemiş biri tarafından görülmesi mümkün değildir. Onun rüyada görülebileceğini, şeytanın asla onun suretine giremeyeceğini haber veren rivayetlerin tamamı da bu kapıyı aralamak isteyen kişiler tarafından uydurulmuş rivayetlerdir.

Bazı kişiler rüyalarında gördükleri kişiyi Peygamberimiz zannedebilirler. Ancak onu hiç görmemiş birinin gördüğü kişinin Peygamberimiz olduğunu bilmesi yani bundan emin olması mümkün değildir. Öte taraftan gördüğü kişi gerçekten Peygamberimiz bile olsa bu yine de din adına bilgi ve iman meselesi edilebilecek ya da geleceğe dair haber niteliği taşıyacak bir şey değildir.

Bilindiği gibi Peygamberimizden sonraki dört halifenin üçü suikast ile katledilerek şehit edilmişlerdir. Yine Hz. Ali ile Hz. Aişe karşı karşıya gelerek savaşmış ve birçok Müslüman’ın yok yere ölümüne sebep olan onlarca olay yaşanmıştır. Peygamberimizin torunları da samimi ve ihlaslı bazı inananlar da aynı şekilde şehit edilmişlerdir.

Şimdi sormak gerekir. Kerâmeti kendinden menkul bazı kişilerin rüyasına girerek görünen ve çeşitli öğüt ve nasihatlerde bulunduğu iddia edilen Peygamberimiz, kendisine en yakın olan halifelerin, kimin halife olacağı konusunda karşı karşıya gelen sahabelerin, Hz. Ali’nin veya eşi Hz. Aişe’nin ya da torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in rüyalarına girerek başlarına gelen olaylar konusunda onları neden uyarmamış, nasıl karar alacaklarını onlara neden söylememiş ve on binlerce sahabenin ölümüne neden engel olmamıştır? Üstelik söz konusu kişiler yaşarken Peygamberimizi görmüş oldukları için rüyalarına girenin Peygamberimiz olduğu konusunda tereddüt yaşayacakları bir durum da söz konusu değilken.

Peygamberimiz de bizler gibi ölümlü bir beşerdir. Allah tarafından tekrar diriltilene kadar bu dünya ile tüm ilişkisi kesilmiş ve karşılıklı davalaşmalar ahirete bırakılmıştır: Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz. (Enbiya 3435). Hiç kuşkusuz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra siz, kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız. (Zümer 3031)

Dolayısıyla manevi anlamda gerçek hayata gelmesi de herhangi bir rüyaya girerek insanlara birtakım bildirimlerde bulunması da mümkün değildir. Rüyasında Peygamberimizi gördüğünü ve ondan birtakım bilgiler aldığını, Allah tarafından ya da Peygamberimiz aracılığı ile görevlendirildiğini, yazdığı şeylerin bizzat Allah tarafından ya da Peygamberimiz tarafından kendisine yazdırıldığını ya da verildiğini iddia eden kişiler ya insanları kandırmayı amaçlayan kötü niyetli kişilerdir ya da gördüğü kişinin Peygamberimiz olduğunu düşünen ancak bunun mümkün olmadığını, mümkün olsa da dini açıdan bir geçerliliği olmayacağını fark edememiş ve bundan dolayı da yaşadığını söylediği kişisel tecrübesini kendisine saklayamamış kişilerdirler. Oysa bu tarz bir zanna kapılan her inananın şeytanın vesveselerinden Allah’a sığınması ve şayet gerçek anlamda tevazu sahibi biriyse bu gibi büyük iddialarda bulunmaması gerekir.

Peygamberimizi rüyada değil bize bırakmış olduğu Kuran mesajını ve o mesajdan hareketle tamamladığı örnek yaşamını hayatımıza taşıyarak hayatın içinde görmek gerekir. Ancak Kuran’ı en güzel şekilde hayatımıza taşıdığımızda Peygamberimizin örnekliğine ve mirasına gerçek anlamda sahip çıkabiliriz. Maalesef Müslümanların önemli bir çoğunluğu uyanık olmak yerine uyumayı, aktif ve sorumluluk sahibi olmak yerine de pasif ve sorumsuz yaşamayı tercih ettiklerinden dolayı Peygamberimiz Hz. Muhammed’i yaşayan bir Kuran olarak hayatın içinde aramak yerine rüyada görmeyi tercih ediyorlar.

O yüzden de bir türlü rüyadan uyanıp gerçek hayatta işe yarar bir hale gelemiyorlar. İmam Mâtürîdî gibi kelâm âlimleri için rüya, keşf, ilham ve ölmüş bir insanla irtibata geçilerek alındığı iddia edilen bilgiler doğru bilginin kaynakları arasında sayılmaz ve bilgi kaynağı olarak kabul edilmezler. Yine İbn Fûrek (ö.1015), Taftazânî (ö.1390) ve Nesefî (ö.1115) gibi âlimlerin de ilhamı bilgi kaynağı olarak kabul etmedikleri bilindiği gibi Kuran ayetlerine bâtınî manalar yükleme ve bunun üzerinden bir tefsir ve yoruma gitmenin de küfür (gerçeği inkâr) ve ilhad olacağı konusunda diğer kelamcılarla ortak bir görüşü paylaşmaktadırlar.

Bazı kişi ve çevrelerin vahiy kapısının kapanmış olması sebebiyle Allah ile irtibatı ilham yolu ile devam ettirmeye çalıştıkları ve ilhamı, güvenilir ve kesin bir bilgi kaynağı olarak ileri sürdükleri görülür. Oysa Kuran’dan bu şekilde bir bilgi kaynağı çıkarmak mümkün olmadığı gibi bu konuda İslam âlimlerinin önemli bir çoğunluğu da ilhamın, genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmeyeceğini ve dini alanda delil olarak kullanamayacağını söylemişlerdir. Bu konudaki genel yaklaşımlar şu şekilde özetlenebilir:

“İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dinî alanda delil olarak kullanılamaz. Sûfiyye ile onlara tâbi olanların dışında kalan İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise şöylece özetlenebilir: a) Kuran’da insanın doğru bilgiye ulaşmak için başvurması gereken kaynaklar duyular, akıl yürütme ve vahiy olmak üzere üç noktada toplanır. Yine Kuran’da canlı cansız bütün varlıkları gözlem altına alıp incelemeyi ve akıl yürüterek onların menşei hakkında bilgi üretmeyi emreden, daha sonra da üretilen bilgilerin vahyi teyit ettiğini açıklayan 700’den fazla ayetin mevcudiyetine karşılık ilhamî bilgilerin elde edilmesiyle ilgili açık anlamlı beyanların bulunmayışı bu yöntemin kesin bilgi kaynağı olmadığını gösterir b) Hz. Peygamber’in Allah’tan rüşdünü ilham etmesini istemesi özel anlamda değil genel anlamda bir ilham niteliği taşır. c) İlham kesin bilgi kaynağı olsaydı bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı din ve mezhepler teşekkül etmezdi d) İlhamî bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşır. Bu sebeple ilhamın bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek kadar olamayacağını söylemek de mümkündür.”

Ancak gerek ilham gerekse rüya tasavvufta önemli bir bilgi kaynağı olarak görülmüştür. Tasavvufta rüya sadece uykuya has değildir. Sûfîlere göre âlem bir hayal, rüya da hayal olan âlemin müşahedesidir. Örneğin Rûmî’ye göre insan ahirette dünya hayatının bir rüya ve hayalden ibaret olduğunu anlayacaktır. Oysa Kuran’a göre içinde bulunduğumuz dünya hayatı bir rüya değil aksine tam olarak bir gerçekliktir. Kuran’da Allah’ın yerleri ve gökleri bir gerçek olarak yarattığı ifade edilmiştir Allah gökleri ve yeri (deruni) bir hakikat üzere yarattı; unutmayın ki bu (yaratılışta) (O’na) inananların tümü için alınacak dersler vardır. (Ankebut 44). Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki Allah, göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak olarak ve belirtilmiş bir süre ile yaratmıştır? İnsanlardan çoğu, Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. (Rum 8)

Bazı sûfîler uyanık olmanın uykuda olmaktan daha iyi olduğunu söylerken bazıları rüyada Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve evliyayı görmenin mümkün olduğunu belirterek uykunun ayrı bir önemi bulunduğunu ileri sürerler. Örneğin Bâyezîdi Bistâmî rüyada gördüğü Allah’a kendisine nasıl varacağını sorduğunda, “Nefsini bırak da öyle gel” cevabını aldığını iddia etmiştir. Râbia elAdeviyye, Resûlullah’ın, “Beni seviyor musun?” şeklindeki sorusuna, “Ey Allah’ın resulü! Seni kim sevmez ki? Fakat Hak Teâlâ’nın muhabbeti her tarafımı öyle kaplamıştır ki O’ndan başkasına gönlümde yer kalmamıştır” diye karşılık verdiğini iddia etmiştir. Kaynaklarda bazı sûfîlerin virdlerini rüyada Hz. Peygamber’den aldıkları belirtilir. Kuşeyrî, Ebû Bekir Muhammed b. Ali elKettânî’ye “yâ hay, yâ kayyûm! Lâ ilâhe illâ ente” zikrini rüyasında Resûlullah’ın öğrettiğini söylemiştir. Felçli olan Muhammed b. Saîd elBûsîrî, Resûli Ekrem’i övmek için Kasîdetü’lbürde’yi yazmış, bu kaside hürmetine kendisine şifa vermesi için dua etmiş, bir süre sonra Hz. Peygamber rüyasında elini onun yüzüne sürerek hırkasını üzerine atmış ve Bûsîrî iyileşmiştir.

Rüyalar dışında da Allah’ın farklı şekillerde tecelli ettiğine dair inanç ve iddialar ile akla ve Kuran’a aykırı gerçek dışı anlatıların tasavvuf kaynakları içinde bolca görülmesi mümkündür. Celâleddîni Rûmî’nin (ö.1273) torunu Ârif Çelebi’nin, sonra da onun oğlu Âbid Çelebi’nin hizmetinde olduğu bilinen Ahmed Eflâkî’nin (ö.761/1360) Celâleddîni Rûmî ve Mevlevî tarikatı hakkında en geniş bilgileri ihtiva eden Menâkıbü’l Ârifîn (Ariflerin Menkıbeleri) isimli Farsça eseri, aynı zamanda tasavvuf düşüncesinin en önemli kaynak eserlerinin başında gelmektedir. Şeyhi Ârif Çelebi’nin isteğiyle başladığı ünlü eseri Ariflerin Menkıbeleri’ni yaklaşık otuz beş yılda bitirdiği kabul edilmektedir.

Söz konusu eserde, İslam inancının en temel kabul ve değerleri ile çatışan birçok hikâye ve menkıbeye rastlamak mümkündür. İslam inancı açısından kabul edilmesi mümkün olmayan anlatılardan biri şu şekildedir: “Bir gün ileri gelen sofiler, babam Hudavendigâr’dan: Abu Yezid (Tanrı rahmet etsin), Ben Tanrı’mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur?” diye sordular. Babam: “Bunda iki hüküm vardır: ya Bayezid Tanrı’yı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş yahut Bayezid’in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür” dedi. Yine buyurdular ki: Mevlânâ Şemsi Tebrizî’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlânâ hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin Kimya Hatunu buraya getirin; Mevlânâ Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır” buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlânâ, Şems’in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramağa hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems, “İçeri gel” diye bağırdı. Mevlânâ içeri girdiği vakit, Şems’ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve: “Kimya nereye gitti?” dedi. Şems: “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi” buyurdu. İşte Bayezid’in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.”

Esasen bu satırlardan sonra “Allah bunları iddia eden ve bunlara inanıp savunanları ıslah etsin” demekten başka söyleyecek bir söz kalmıyor insana. İslam gibi muhteşem bir inanç sisteminin bu tip çarpık ve sapkın inanç ve kabuller üzerinden nasıl yozlaştırıldığını görmek insanın içini acıtıyor. Allah’ı sakalı bitmemiş bir genç olarak göründüğünü iddia eden ya da haşa kadın suretine sokup kocası ile oynaştıran bu zihniyet sahiplerinin çok büyük ilim ve kerâmet sahibi ve Allah dostu kişiler olarak takdim edilmeleri İslam dinine yapılmış en büyük ihanetlerin başında gelmektedir. Bugün halen daha Allah ile Peygamberimiz ile görüştüğünü ve onlardan birtakım buyruklar ve görevler aldığını iddia eden kişilerin güç aldıkları dayanaklar İslam’ın ruhuna aykırı bu tarz kitaplardır.

Mehmet Akif Ersoy’un şu şiirindeki göndermeleri, bu açıklamalar üzerine tam isabet niteliğindedir: “Edipler doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir. Yalnız, şiirlerin konusu iki şeyden biridir: Koca millet! Edebiyatı ya oğlan ya karı… Nefsi emmâre seviyesinde henüz duyguları! Sonra tenkite giriş: Hepsi tasavvufla dolu: Var mı tasavvufun bilmem ki ibâhiyye kolu? İçilir, pervasızca türlü rezillikler yapılır da; Hafız’ın divanı fetva kitabıdır ortada! “Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!” Arifler yolu; ne güzel, hem ucuz, hem de şeker!”

Öte taraftan söz konusu çalışmada Celâleddîni Rûmî’nin ölüleri dirilttiğine dair anlatılara da yer verilmiştir: “Mevlânâ’nın hizmetinde Hamza adında bir neyzen vardı. Son derece ustaca ve iyi çalardı. Mevlânâ’nın onun hakkında iyilikleri çoktu. Bu neyzen birden bire hastalanıp öldü. Mevlânâ hazretlerine haber verilirken müridlerinden bir kısmı da onu (gömmek üzere) hazırlamakla uğraşıyordu. Mevlânâ hemen kalkıp neyzenin evine gitti, kapıdan içeri girince “Aziz dost Hamza, kalk!” dedi. “Buyur!” diyerek kalktı Hamza ve ney çalmağa başladı. Üç gün üç gece büyük bir semâ yaptılar. O gün, yüze yakın Rumlu kâfir Müslüman oldu. Mevlânâ mübarek ayağını evden dışarı atar atmaz neyzen öldü.” Aynı yerde başka bir anlatıda da şu iddiaya yer verilmiştir: “Yine müridlerden bir derviş öldü. Ölüm haberi Mevlânâ hazretlerine ulaşınca “Niçin daha erken haber vermediniz. Onun ölmesini önlerdim” dedi.”310 Söz konusu çalışmada bu tarz gerçek dışı anlatılara yer verilse de Kuran ayetleri gerçeği apaçık bir biçimde ortaya koymaktadır: Vakti geldiği zaman, Allah hiçbir canı ertelemez. Sonuçta Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (Münafikun 10). Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl 61)

Yine Ariflerin Menkıbeleri isimli çalışmada İslam inancı açısından kabul edilemeyecek şu satırlara şahit olmak mümkündür: “Bir gün Mevlana hazretleri adı geçen şeyh Alâeddin’e: “Hıristiyan keşişler ve Hıristiyan bilginler (Tanrı onlara doğru yolu göstersin) İsa’nın (selam onun üzerine olsun) hakikati hakkında ne diyorlar?” diye sordu. “Onlar İsa’ya Tanrı diyorlar” dedi Alâeddin. “Bundan sonra onlara bizim Muhammed’imiz Tanrı’dan daha Tanrı’dır, Tanrı’dan daha Tanrı’dır, de!” diye buyurdu Mevlana.”

Bu türden ifadelerin İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Kuran bize Allah’ın eşi ve benzeri olmadığını ve hiç kimsenin O’nun dengi olamayacağını açıkça söylemektedir: Bütün övgü gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Buna rağmen tevhit hakikatini inkâr edenler, başkalarını Rablerine denk tutarlar. (En’am 1). Peygamberimize söylemesi emredilen şeye de vurgu yapıyor ayetler: De ki: Ben de yalnızca sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor: Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan af dileyin! Yazıklar olsun Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlara. (Fussilet 6). De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim; kendime de size de ne yapılacağını asla bilmiyorum; ben sadece (vahyi) olduğu gibi beyan eden bir uyarıcıyım. (Ahkaf 9).

Allah’ın indirdiğini elçisi olduğu gibi tebliğ ediyor ama Allah ne diyor, insanlar ne anlıyor ve neler iddia ediyorlar!