Allah ete kemiğe bürünür mü? Allah başkasının suretinde görünür mü? Allah insanın ruhuna girer mi?

Tasavvuf ve tarikat kültüründeki kimi anlatımlarda, Kuran’ın net bir şekilde ortaya koymuş olduğu tevhit inancını sarsacak şekilde iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir. Bu rivayetlerden hareketle Allah’ın bazı kullarına tecelli ettiğine, ete kemiğe bürünüp falanca diye göründüğüne ve o kişinin Allah’ın aynası olduğuna inanılır. Oysa ayetler uyarır: Ama kalkarlar, kullarından birini O’ndan bir parçaymış gibi telakki ederler: Şu bir gerçek ki, (bunu yapan) insan katmerli bir nankörlük içindedir. (Zuhruf 15). Allah bunca ayeti ile inananları uyarıyor. Daha ne yapsın? Allah ne derse desin bir kısım insanlar uydurmaların peşine takılıp Allah’tan başkasına kulluk kölelik etmeye devam edecekler.

Aynı şekilde günümüzde sözüm ona Peygamberimizi anlatan bazı kişiler, Peygamberimiz ile ilgili insanın kanını donduracak ifadeler kullanabiliyorlar. Peygamberimize benzetilebilecek hiçbir varlık olmadığını, Peygamberimizin Allah’a eşit olduğunu, farklı olarak bir eti kemiği olduğunu söyleyebiliyorlar. Oysa Kuran bize Allah’ın eşi ve benzeri olmadığını ve hiç kimsenin O’nun dengi olamayacağını açıkça söylüyor:

Bütün övgü gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Buna rağmen tevhit hakikatini inkâr edenler, başkalarını Rablerine denk tutarlar. (En’am 1)

Bu tür iddiaların arka planında, Müslüman mistiklerin Nûrı Muhammedi264 tasavvuru olduğu görülmektedir. Abdülkerim elCîlî’nin elİnsanu’l Kâmil isimli çalışmasındaki şu sözler insanın kanını donduracak niteliktedir: “Allah, Muhammed’i Kemal’inden yarattığı, Celal ve Cemal’inin mazharı kıldığında, Muhammed’deki her hakikati kendi isim ve sıfatlarının hakikatinden yaratmıştır. Muhammed’in nefsini de kendi nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi, kendisidir… Allah Muhammed’in nefsini yaratınca, Âdem’i onun nefsinin bir kopyası olarak yarattı.” Bu alıntıdan da görüldüğü gibi Allah’ın Peygamberimizi kendi nefsinden yarattığı ve bir şeyin nefsinin bizzat kendisi olduğu iddia edilebilmiş yani üstü biraz kapalı bir şekilde Peygamberimizin Allah’ın bizzat kendisi olduğu söylenmek istenmiştir. Böylesi bir peygamber tasavvurunun Hz. İsa’nın bazı Hıristiyanlar tarafından Tanrı’nın bizzat kendisi olduğunun iddia edilmesinden bir farkı olmadığı açıktır. Hıristiyanlık içindeki bu çarpık inancı kınayıp eleştiren Müslümanların önemli bir çoğunluğu, Peygamberimiz üzerinden üretilen bu büyük iftira ve uydurmayı kınayıp eleştirmeleri gerekirken sahip çıkmaya çalışacak olmaları son derece hayret vericidir. Hz. İsa’yı ilahlaştıranlara karşı çıkmadan önce peygamberimiz Hz. Muhammed’i ilahlaştıranlara karşı çıkmak gerekir.

Esasında bu zihniyetteki kişilerin asıl amaç ve hedefi kendilerine alan açmak ve o alanda karşı konulmaz yetkilere sahip bir otorite ile insanlara hükmedebilmektir. Bunun için önce peygamberlerin sonra da din büyüklerinin ilahlaştırılmaları gerekmektedir: “Şeytan ve yardımcıları, Peygamberi tanrılaştırdıktan sonra din büyüklerini tanrılaştırmaya koyulurlar. Bunun en kestirme yolu, kendilerinin peygamberi temsil ettiğini söylemektir. Bunu Hıristiyanlar yapmışlar, kimi Müslümanlar da onları takip etmişlerdir. Katoliklere göre İsa’yı Kilise temsil eder. Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Kilise’nin, biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır. Papa’nın bütün Kilise üzerinde tam ve yüce bir yetkisi vardır. Papa, yanılmaz bir otoritedir. Kimi tarikat ve cemaatlerde de insanı kâmil diye bir kavram vardır. Onlara göre insanı kâmil, hakikati Muhammediyeyi temsil eder ve maddîmanevi bütün kemâl mertebeleri yalnız Allah’ta bulunabileceğinden, onlara göre tarikat şeyhi, Allah’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak değerlendirilir.”

Kuran uyarıyor: Şüphesiz, sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a kulluk et. Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah’a aittir! O’ndan başkasını veliler edinerek, “Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.” diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz. (Zümer 23)

Fatiha Suresi’ni her okuyuşumuzda: Dosdoğru yola ilet bizi (Fatiha 6) diyerek dua ediyoruz Allah’a. Dosdoğru yolunun ne olduğunu öğrenmek için âlemlere hidayet rehberi olarak göndermiş olduğu Kuran’a gerektiği gibi bakmıyoruz. Neyin doğru olduğu ile ilgili bir kaygı taşımıyoruz. Doğru yola iletilmek için harekete geçmiyoruz. Yerimizden kalkmıyoruz. Üzerimizdeki ölü toprağını atmıyoruz. Hak ile batılı birbirinden ayırmak için çaba harcamıyoruz. Elimizi taşın altına koymuyor ve taşın Allah tarafından kaldırılmasını bekliyoruz. Biz dosdoğru yola iletilmeyi dilemezsek, Allah ne için bizi dosdoğru yoluna ulaştıracak? Allah’ın dosdoğru yolu varken başka yollarda yürüyerek, o yola nasıl ulaşacağız? Dosdoğru yolun haritası ve planı elimizdedir. Yapılması gereken şey, Allah’tan gelen talimatları en güzel şekilde takip etmektir.

Muhammed İkbal’in bir şiirinde dikkat çektiği gibi: “Sen uçmak için bir kanat çırpmamış ve toprak altına girmiş bir kurt olmuşsun. Kuran’dan uzaklaştığın için zelil oldun. Zamanın değiştiğinden, dünyanın kötülerle dolduğundan şikâyet edip duruyorsun. Ey çiğ tanesi gibi yerlere düşen! Sen koltuğunda hayat dolu bir “kitap” taşıyorsun. Ne zamana kadar toprakta sürüneceksin? Haydi, kalk ve göklerin üstüne yüksel.”

Muhammed Abduh (ö.1905) da içinde bulunduğumuz acı hali şu anlamlı sözleri ile dile getirmiştir: “İslam denince akla problemler, çıkmazlar ve çelişmeler geliyorsa bunun sebebi İslam değil Müslümanlardır. Müslümanların bu asırda Kuran’dan başka imamları yoktur. Ezher’de okutulan ve benzeri kitaplar var olduğu müddetçe, bu ümmet ayağa kalkamaz. Ümmeti ayağa kaldıracak ruh, ilk dönemde hâkim olan Kuran ruhudur. Kuran dışında her şey; Kuran’ı bilmek ve yaşamak arasına konmuş engellerdir. İnanca dair zihinlerimizde mevcut olan unsurları Allah’ın Kitabı’na sokuşturmadan, yalnız onunla tartarsak; doğru yolda mı yoksa sapıtmış mı olduğumuz ortaya çıkacaktır. Ama zihinlerimizdekini öncelikle Kuran’a sokuşturur sonra onunla tartmak istersek, tartılanla tartanın karışmasından dolayı hidayeti sapıklıktan ayırmamız mümkün olmayacaktır. Bu sözlerden muradım, Kuran’ın asıl olup, dinde var olan mezhep ve görüşlerin ona göre değerlendirilmesi ve mezheplerin asıl olup, Kuran’ın tevil ve tahriflerle onlara göre ölçülmesinden sakınılmasıdır. Ne yazık ki sapıtanlar ve yoldan çıkanların yaptıkları budur…”

Yine Abduh’un da dikkat çektiği gibi İslam dini, mensuplarının uydurduğu hurafeler ve aşırı gidenlerin bulaştırdıkları yalanlar kadar büyük bir musibete maruz kalmamıştır. Bunlar, Müslümanların akıllarını fesada uğratmış, yabancıların da İslâm’ın temelleri üzerinde kötü düşünmelerine yol açmıştır. İslam dini aleyhinde oluşturulan yalan ve iftiralar daha ilk dönemde Resul’ün döneminde boy göstermeye başlamıştır. Ancak bu hastalığın en çok yaygınlık ve canlılık kazandığı günler Emevi iktidarı esnasında yaşanmış, raviler çoğalırken doğru sözlüler azalmıştır. Bu yüzden Sahabe’nin ileri gelenleri, ezberine güvendikleri dışında kalan birçok kimsenin tahrifat yapabileceği endişesiyle hadis naklinden kaçınmışlardır. Müslim, Yahya b. Saîd elKattân’ın şu ifadesini rivayet eder: “Salih kişileri hadiste olduğu kadar hiçbir şeyde yalancı görmedik. İftira hastalığı zamanla daha da yayılmış, ateşi daha da parlayarak yeni ürünler vermeye devam etmiştir.”

Mehmet Akif Ersoy’un da son derece haklı olarak ifade ettiği gibi ortada İslam diye bir şey kalmadığını itiraf etmeliyiz: “Eğer İslam’dan maksat Kuran ise ortada İslam diye bir şey olmadığını söylemek durumundayız. Çünkü Kuran bugün göklere çekilmiş ve yeryüzündeki İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.” Yine Peygamberimiz üzerinden uydurulan din dışı şeylerin dine verdiği büyük zarar ve yıkımı şu sözleri le ifade etmiştir: “Yıkıp, Dini, bambaşka bir bina kurduk; Peygamber’e dayandırarak binlerce herze uydurduk!” Çok şükür ki İslam’ın gerçekte ne olduğu ile ilgili ölçü alınacak Kuran, insani müdahalelere maruz kalmadan korunarak günümüze kadar gelmiştir. Çağa hitap edebilecek doğru bir İslam anlayışı için yapılması gereken bellidir: “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, çağın anlayışına söyletmeliyiz İslam’ı.”

İsmail Faruki ise net bir şekilde son noktayı koymuştur: “İslam, ne bugünkü Müslümanların tavır ve yaşayışları, ne İslam tarihinin şu veya bu dönemi, ne de İslam adına kaleme alınan şu veya bu kitabın anlattıklarıdır. İslam Kuran’dır.”