Her Müslümanın Arapça dua ve ibadet etmesi gerektiğini iddia eden birine her şeyden önce, “İbadetin dili olur mu?” diye sormak gerekir. İbadet, kulun özgür iradesi ile Rabbi olan Allah’a yönelik gönülden bağlılık ve teslimiyetini, O’nun sevgisine ve rızasına erişme talebini zihin, gönül ve beden ile ortaya koyma faaliyetlerinin genel adıdır. İbadet anı, kul ile Rabbi arasındaki en özel ve mahrem andır. Başka hiç kimsenin araya girmesinin mümkün olmadığı andır. Öyle ki kimi zaman insanın dilinin ve kelimelerinin yetersiz kaldığı ve kalp dilinin devreye girdiği bir andır. Dolayısıyla Allah’a gönülden teslimiyetin ifadesi olan ibadetin dili olmaz. Her Müslüman ana dilinde dua ve ibadet edebilir ve hatta etmelidir. Etmelidir çünkü insanlar en iyi/en doğru biçimde ana dillerinden anlayıp düşünebilir, yine en iyi/en doğru biçimde duygu ve düşüncelerini ancak ana dillerinde ifade edebilir.
Allah, kendisine gönülden yönelmek ve ibadet etmek isteyen kulları için bir dil engeli oluşturmadığı gibi herhangi bir dili de ibadet dili kılmış değildir. Allah hiçbir dili, ‘din dili’ de kılmamış ve mesajlarını iletmek üzere görevlendirdiği elçilerini kendi toplumlarının dili ile gönderdiğini hatırlatmıştır. Dolayısıyla ilahi mesajlar farklı toplumlara farklı dillerde gelmiştir. Kur’an ayetleri, her topluma bir elçi gönderildiğini ifade etmektedir. Allah, peygamberimiz Hz. Muhammed’e vahyettiği gibi diğer nebi ve resullere de vahyetmiştir. Aynı zamanda elçilerin ortak bir mesajı tebliğ ettiklerine yani elçilerin getirdikleri inanç sistemleri arasında genel hükümler ve ibadetler anlamında bir fark olmadığına vurgu yapılmıştır. Üstelik Kur’an’ın getirmiş olduğu bağlayıcı hüküm ve ibadetlerin, önceki vahiy kitaplarında da olduğu hatırlatılmıştır. Demek ki her toplum benzer ibadetler ile yükümlü kılınmış ve ibadetlerini kendi dillerinde gerçekleştirmişlerdir. Hz. İbrahim’in çocukları ve gelecek nesilleri için Rabbine duası, namaz ibadetinin önceki nebilere de emredilmiş olduğuna dair bir örnektir. Aynı zamanda Allah, Hz. İbrahim’e Kâbe’yi ibadet için, ayakta duracaklar (kıyam), eğilecekler (rükû) ve yere kapanacaklar (secde) için her türlü kirden, şirk ve kötülükten arındırıp temizlemesini emretmiştir. Tüm bunlar hem namaz ve dua gibi ibadetlerin hem de namazın bedensel hareketlerinin önceki nebi ve resullerin mesajlarında da olduğunu göstermektedir.
Demek ki önceki nebi ve resuller ve onlarla birlikte iman edenler, namaz ve dua gibi ibadetleri hep kendi dillerinde gerçekleştirmişlerdir. Kur’an, Allah’ın insanlığa son hitabıdır. Kur’an’dan sonra yeni bir vahiy, vahyi iletecek bir nebi ya da resul gelmeyecektir. Dolayısıyla Kur’an, belirli bir toplum için değil tüm insanlık ailesi için indirilmiştir. Son ilahi mesajın her dilde anlaşılması ve farklı dilleri konuşan Müslümanların da kendi dillerinde Rablerine yönelip yakarabilmesi gerekir. Kur’an’a göre, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen tüm nebi ve resuller Müslüman ve İslam inancının takipçileridirler. Dolayısıyla Arapça, İslam inancının dili değildir. Çünkü İslam inancının dili olmaz. İslam’ın son mesajının dili Arapçadır. Bu ise Arapça konuşan bir toplum üzerinden bu mesajın tüm insanlığa ilan edilmiş olması nedeniyledir. Arapçanın diğer dillerden üstünlüğü ya da din dili olması nedeniyle değil.
Bu gerçek dikkate alındığında herkesin kendi anadilinde namaz kılıp ibadet etmesinin gerekliliği daha iyi anlaşılabilir. Çünkü namaz gibi ibadetlerde kulun içtenlikle Rabbine yönelip zihnen, kalben ve bedenen O’na olan teslimiyetini ifade etmesi ve bunu yaparken de ne dediğinin farkında ve bilincinde olması gerekir. Ayetler, sarhoşluk durumlarında söylenen şeyin bilincinde olununcaya kadar namaz kılmaktan uzak durulmasını yani kişi tekrardan kendine gelip ne söylediğini anlayıncaya kadar namazın kılınmamasını söyler. Demek ki namaz kılarken esas olan şey, söylenen şeylerin ne anlama geldiğinin bilincinde olunmasıdır. Bu da en iyi biçimde ancak ana dilde gerçekleşebilir. Bir sure ya da ayetin anlamı hiç bilinmeden okunması mı yoksa anlamı bilinerek ve üzerine düşünülerek okunması mı daha önemli ve değerlidir? Şüphesiz anlayarak ve anlaşılan şeyler üzerine düşünülerek yerine getirilen bir ibadet daha önemli ve değerli olacaktır. Kur’an ayetleri, onları anlamadan seslendirelim diye değil onları anlayarak hayatımıza taşıyalım diye indirilmiştir. Buradan hareketle anlamı bilinmeden Arapça olarak kılınan bir namazın kabul olmayacağı iddia edilmemektedir. Kimin hangi ibadetini kabul edeceği, yalnız Allah’ın karar vereceği bir şeydir. Burada ayetlerin ışığında gerçekte ibadet dilinin nasıl olması gerektiği ifade edilmek istenmektedir. Kısacası namazını Türkçe olarak kılmak isteyen biri için dinî anlamda bir engel yoktur.
Namaz kılarken illa Kur’an ayetleri okunacak diye bir zorunluluk da bulunmamaktadır. Kur’an’da namaz kılmanın Allah’ı anma ve O’nun öğütlerini hatırlama faaliyeti olduğu ifade edilir. Allah’ı anmanın en güzel yolu, hiç şüphesiz zikir yani uyarı ve hatırlatıcı olan Kur’an’ın anlaşılarak okunmasıdır. Dolayısıyla namaz kılarken Kur’an okunması Allah’ı anmanın en güzel yoludur. Ancak Kur’an’da, namaz kılarken illa Kur’an ayetlerinin okunmasını emreden bir ifade yer almaz. Namaz sureleri olarak bilinen surelerin namazda okunmasına dair bir bilgi de Kur’an’da yoktur. Allah bu konuda insanları özgür bırakmıştır. Demek ki önemli olan, belirli cümleleri tekrar etmek değil içtenlikle yönelmek ve kalpten geldiği şekli ile Allah’ı anıp yüceltmektir. Böylece hiç okuma yazma dahi bilmeyen insanlar için bile ibadet kapısı alabildiğine açık bırakılmıştır. Allah’ın çokça anılıp hatırlanması insanın kurtuluşu içindir. Dolayısıyla Allah’ın anılmasının namaz ile sınırlı tutulmaması ve namaz dışında da Allah’ın anılıp hatırlanması ve sabah akşam yani sürekli yüceltilmesi gerekir. Çünkü Allah’ın anılması, Allah’ın da kulunu anmasına vesiledir. Allah’ın anılması şükür, unutulması ise nankörlük nedenidir.
Arapça, Kur’an’ın dilidir. Türkçe ve Farsça ile birlikte Müslümanların medeniyetinin ortak hatta ana dili olduğu düşünülebilir ancak Müslümanların ya da ibadetlerin dili değildir. İbadetin dili olmaz. Her dilde Allah’a ibadet edilebilir. Günümüz dünyasında Müslümanların nüfusu, bir milyar sekiz yüz milyona ulaşmış durumdadır. Ana dili Arapça olan Müslümanların sayısı ise üç yüz milyon civarındadır. Bu durumda bir milyar beş yüz milyon civarı Müslümanın ana dili Arapça değildir. Dünyada en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkelerin başında gelen Endonezya, Pakistan, Nijerya, Bangladeş, Türkiye ve İran gibi ülkelerin ana dilleri Arapça değildir. Ana dili Arapça olmayan Müslümanların dua ve ibadetlerini Arapça olarak yapmalarında ısrarcı olmanın, dinî bir dayanağı bulunmamaktadır. Pekâlâ, her Müslüman ana dilinde ya da en iyi anlayıp kendisini en güzel ifade edebildiği dilde dua ve ibadetini gerçekleştirebilir.
Farklı dilleri konuşan Müslümanların olduğu bir ortamda, örneğin hac ya da umre ziyareti yapılan Kâbe’de toplu halde kılınan namazlarda okunan Kur’an ayetlerinin, Arapça okunması namaza dahil olan Müslümanların birliği açısından daha doğru olacaktır. Ancak bulunan ortam açısından böyle bir durum söz konusu değilse o topluluğun dili ile de pekâlâ namaz kılınabilir. Önemli olan Allah’ın ayetlerinin hangi dilde telaffuz edildiği değil anlaşılmasıdır. Ancak standart bir uygulama olması açısından ülkemiz camilerinde de namazların Arapça olarak kılınmasının gerekliliği düşünülebilir. Bu durumda bireysel olarak ibadet eden birinin ana dili ya da en iyi anladığı dilde namaz kılıp ibadet etmesinde bir sakınca olmayacaktır.
Kur’an’da açıkça emredilmemiş bir şeyi dinî gereklilik kılmaya ya da insanların tercihlerine bırakılmış yani hakkında hüküm indirilmemiş konularda insanlar için dinî bağlayıcılık oluşturmaya kimsenin hakkı yoktur. Üstelik ana dilde ibadet meselesi günümüze ait yeni bir konu da değildir. Bilindiği gibi Kur’an vahyi, yedinci yüzyılda Mekke’de indirilmeye başlanmıştır. Ancak çok kısa bir zaman içinde İslam inancı farklı dillerin konuşulduğu başka inanç ve kültürler arasında yayılmaya başlamış ve bu konu henüz peygamberimiz hayattayken bile ana dili Arapça olmayan toplumların gündemine oturmuştur. Bu tartışmanın çok erken dönemlerden itibaren Müslümanların gündemine geldiğine dair dikkat çekici bir alıntıyı paylaşmak gerekir:
“Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınıp kılınmayacağı tartışmasına açıklık getirecek ilk ve en önemli belge, sünnet bünyesindedir. Daha sonraki fıkhi tespitlerde dayanak noktası yapılan bu belgenin, İmamı Azam Ebu Hanife (ölm. 150/767) tarafından fetva mesnedi olarak kullanıldığını Hanefi fıkhının temel kaynaklarından biri olan Serahsi’nin (ölm. 483/1090) el-Mebsut adlı eserinden öğreniyoruz. Belge şudur: İlk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in seçkin arkadaşlarından biri olan İran asıllı Selman Fârisi (ölm. 36/656) namaz sırasında Fatiha Suresi’nin orijinal metnini güzel okuyamadıklarını söyleyen ve bunun yerine Fatiha’nın Farsça tercümesini okuyup okuyamayacaklarını soran ırkdaşlarına bunun olabileceğini bildirmekle kalmamış, Fatiha’yı Farsçaya çevirerek kendisine başvuran kişilere göndermiştir. Üzerinde olduğumuz konunun sünnet açısından durumunu daha da önemli kılan bir kayıt daha dikkatimizi çekmektedir: Selman Fârisi, ırkdaşlarının kendisine başvurması üzerine, Fatiha’yı Farsçaya tercüme edip onlara vermeyi düşündüğünü Hz. Peygamber’e arz etmiş ve ondan onay aldıktan sonra işe girişmiştir. Kaynaklarımızın beyanına göre, Hz. Peygamber, Fatiha’yı iyi ve güzel okuyamadığını arz eden bir sahabisine, Fatiha yerine başka dualar okuyarak namaz kılabileceğini bildirmiştir. Sünnetin bu verilerine dayanan İmamı Azam, Fatiha’nın namazda okunuşunu farz, vacip veya sünnet olarak görmemiş, sadece müstehap (sevimli, tercih edilen) kabul etmiştir. İmamı Âzam Ebu Hanife şöyle demiştir: “Namaz kılan kişi, isterse Arapça özgün metni okur, isterse Farsça çevirisini.”
İmamı Âzam Ebu Hanife ile bu konuda aynı görüşü paylaşan birçok bilgin olduğu bilinmektedir. Kur’an’da ana dilde namaz kılıp ibadet etme konusunda bir yasak bulunmaması ya da başka bir ifade ile ibadetin Arap dilinde yapılmasına yönelik doğrudan ya da dolaylı bir emir olmaması ibadetlerini ana dilinde yapmak isteyen Müslümanlar için yeterli bir delildir. Ancak bu tartışmanın yeni olmadığına, erken dönemlerden itibaren Müslümanların gündeminde bulunduğuna ve bunun pekâlâ mümkün olduğuna dair görüşlerin bilinmesi, meselenin tarihsel açıdan da dayanakları olması açısından önemlidir.
Emre Dorman