Allah’ın bizi insan olarak yaratması daha baştan bize verdiği değeri göstermektedir. İnsanı değerli ve anlamlı kılan şey, Allah’ın varlığı ve bizi insan olarak yaratmasıdır. Allah insanı yaratmakla kalmamış, onu akıl ve irade sahibi kılmış, ona güvenerek sorumluluk yüklemiş, doğruyu bulabilmesini kolaylaştırmak için onu vahiy ile desteklemiş, iman edip iyi ve erdemli bir hayat süren kullarını ise rızası ve cennetleri ile müjdelemiştir. Dolayısıyla insanın Allah katındaki değerini belirleyecek olan şey; en başta Allah’a sonra da Allah’ın kuralları doğrultusunda, yarattıklarına karşı görev ve sorumluluklarını ne oranda yerine getirdiğidir. Yoksa erkek ya da kadın olması, falanca ya da filanca ırktan, soydan ya da milletten gelmesi veya kimin annesi babası ya da kimin çocuğu olduğu değildir.
Zaten erkek ya da kadın olması veya hangi coğrafyada ve nasıl bir ailenin soyundan geldiği insanın kendi seçimi değildir. Bu gerçek karşısında; insanın kendi seçimi olmayan bir durumdan dolayı övünmesi de yerinmesi de anlamsızdır. Allah, kullarını soylular ya da sıradan insanlar olarak ayırmaz. Allah insanları zenginliğine, fakirliğine, eğitimine, makam, mevki ya da yalnızlık veya kalabalığına göre ayırmaz. Allah için tek ölçü vardır; o da takvadır. Yani iman edip duyarlılık ve sorumluluk bilinci ile davranmaktır. Allah, erkek veya kadın olsun inanmış olarak iyi fiiller gerçekleştiren herkesi mutlaka güzel bir hayatla yaşatacak ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle verecektir.
Bazı insanlara sırf geldikleri soy sebebiyle hürmet edilirken, diğer bazılarına ise yine geldikleri soy nedeniyle saygısızlık edilebilmektedir. Oysa önemli olan insanın hangi kanı taşıdığı değil nasıl bir insan olduğudur. Öte taraftan herkes kendinden, kendi seçim ve eylemlerinden sorumludur. Kimse bir başkasının günahını taşımak durumunda değildir. Kimse de geldiği soy sebebiyle günahsız ya da masum sayılacak değildir. Kur’an’da her iki durum için de örnekler görmek mümkündür. Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un karısı, Allah’ın apaçık ayetlerini inkâr etmiş ve yoldan sapmışlardı. Hz. Nuh’un oğlu da gerçeği yalanlayan inkârcılardandı. Hz. İbrahim’in babası ise gerçeği yalanlayan ve Allah’a ortak koşanlardandı. Zulmün timsali olan Firavun’un karısı ise Allah’ın ayetlerine iman etmiş ve kendisini Firavun’un çirkin eylemlerinden kurtarması için Rabbine yakarıp yönelmişti.
Bazı insanların peygamberimizin soyundan geldiği iddia edilmekte ve kendilerine kimi zaman sanki peygambermiş gibi hürmet edilip bir de Allah’ın emirlerini iletiyormuş gibi teslim olunmaktadır. Oysa yukarıda da vurgulandığı gibi bir insanın değerini hangi soydan geldiği değil nasıl bir insan olduğu gösterir. Bir insan peygamberimizin soyundan da gelse bu gerçek değişmez. Herkesin Rabbine karşı sorumluluğunu bilmesi ve herhangi bir şeyde babanın evladı, evladın da babası yerine karşılık ödeyemeyeceği günden ürpermesi gerekir. Çünkü hesap günü buyruk yalnız Allah’ındır ve o gün, hiçbir benliğin bir başka benlik için bir şeye güç yetiremeyeceği bir gündür. O gün buyruk yalnız Allah’ındır ve hakkında azap hükmü verilmiş birini, bırakın soyundan geldiği iddia edilen bir kişi, peygamberimiz dahi kurtaramayacaktır.
Dolayısıyla bir insana geldiği soy nedeniyle gereğinden fazla hürmet göstermek de yine geldiği soy nedeniyle bir kimseyi hor ve aşağı görmek de doğru değildir. Örneğin peygamberleri Allah katında değerli kılan şey, sadece vahiy almaları değil, samimi, duyarlı, güvenilir, erdemli ve fedakâr birer insan ve inananlar için güzel bir örnek olmalarıdır. Onlara dahi herkes gibi insan oldukları ve kendi sonlarının ne olacağını bilemeyecekleri hatırlatılırken, sırf onların soyundan geliyor diye birilerinin kutsanması ya da insanüstü algılanması mümkün değildir.
Emre Dorman